İslâm'ı Şiddet Dini Olarak Göstermeye Çalışıyorlar!

HAYATIMIZ

Günümüzde; global dünya, vicdanları kirletmeye devam ediyor. İhtirasları körüklüyor. Dünyada kan dökülen beldelere bakıldığında görülüyor ki, perde arkasında; petrol kavgası, menfaat çekişmesi var. Varil varil petrol elde etmek için, oluk oluk mazlum kanı dökülmekte.

İşte Suriye hâdisesi, dünyanın gözü önünde milyonlarca dram… Menfaatlerine dokunmaması için; kimse zulme mânî olmaya, akan kanı durdurmaya çalışmıyor. Bugün dünya büyük bir boşluğun içerisinde, insanlık nefsânî hayatın şiddetli bir hoyratlığı altında.

ÇARE NEDİR?

Çare İslâm… Hakikî veçhesiyle, tasavvufuyla, takvâsıyla İslâm… Bu çareyi tıkamak için de İslâmofobi diye bir hâdise ortaya çıkardılar.

İSLÂMOFOBİ MESELESİ

Günümüzde, İslâm’ın dünya çapında rağbet bulmasına mânî olmak isteyenler tarafından, maalesef “İslâmofobi” adı altında, İslâm’a ve müslümanlara karşı çirkin bir nefret ve düşmanlık dalgası oluşturuldu. Artık bir kısım insanlar, gerek cehâletten, gerekse kasıtlı olarak «İslâm» kelimesini, günümüzün en büyük fecaatlerinden biri olan «terör» kelimesiyle birlikte kullanmaya kalkışmaktadırlar.

Hâlbuki terör; kalpsizlik üzerine kurulmuştur ve onlara asla edep, ahlâk, Allah sevgisi ve korkusu gibi ulvî hisler lâzım değildir. Terörün gözyaşı yoktur, merhamet ve vicdanı yoktur.

İSLÂM ŞEFKAT VE MERHAMET ÜZERİNE BİNA EDİLMİŞTİR

İslâm ise bunun tam zıddına, bilhassa şefkat ve merhamet üzerine bina edilmiştir. Cenâb-ı Hak; Kur’ân-ı Kerim’de en çok «Rahmân» ve «Rahîm» isimlerini, yani bütün varlıkları kuşatan merhametini telkin buyurmaktadır. Peygamber Efendimiz de «âlemlere rahmet» olarak gönderilmiştir.

Tarihe baktığımızda, terörle en fazla mücadele eden kişinin, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu görürüz. O’nun 23 senelik nebevî hayatı, bir bakıma terörle mücadeleden ibârettir. İnsana karşı terör, hayvanlara karşı terör, nebâtâta karşı terör… Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hep bunlarla mücadele etmiştir. Mü’min veya gayr-i müslim olsun, dâimâ her insanın hak ve hukukuna riâyet etmeyi esas almıştır. Neticede, kan gölüne dönmüş olan çölleri, huzura kavuşturmuş ve insanlık tarihinin bir daha görmediği eşsiz bir fazîletler medeniyetinin temellerini atmıştır. Her türlü teröre karşılık dâimâ merhamet ve şefkat tevzî etmiştir.

BİZLERE DÜŞEN GÖREV NEDİR?

Bugün ümmet-i Muhammed olarak bizlere düşen; Âlemlere Rahmet Efendimiz’in yüce ahlâkını gücümüz nisbetinde yaşayarak fiilen temsil ve tebliğ edebilmektir. Bunu lâyıkıyla yapabildiğimiz takdirde, ne iftira ve hakaretlerin bir hükmü kalır, ne de müfterîler bir daha bu tip hakaretlere meydan bulabilirler…

Çünkü İslâm; selâm demek, insanlığa selâmet demek…

Fakat müfterîler, İslâm’ı şiddet ve vahşet olarak takdim etmenin gayretindeler. Kendi dünyalarının bataklıklarında zuhûr eden menfî misallerle, İslâm’ı itham etme gayretindeler.

Hâlbuki İslâm; korkutucu değil, gönle huzur verici, gönlü safâya erdirici, aynı zamanda zarâfet, incelik ve nezaket tevzî edicidir. İslâm, her çeşit terörle mücadele dînidir. Bütün mahlûkāta dahî şefkat ile muâmele dînidir. İşte İslâm’ın kendi gülistanından misaller:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, koyunu kulağından çekerek boğazlamaya götüren bir kimseye rastlamıştı. Hemen müdahale ederek;

“–Hayvanın kulağını bırak da boynunun kenarından tut!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)

Sevâde bin Rebî -radıyallâhu anh- anlatır:

“Peygamber Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıkıp bir şeyler istedim. Bana 3 ile 10 arasında deve verilmesini söyledi.

Sonra da şu tavsiyede bulundu:

«–Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle; hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzelce versinler! Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»(Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

Mahlûkāta böylesine merhameti emreden bir dînin, insanlık için vaz ettiği şefkat ve merhametini düşünmek îcâb eder. Onların İslâm’a dil uzatmalarındaki sebep bellidir.

BÂTIL, HAK’TAN RAHATSIZ

Gaflet uykusunda uyuyanlar, kendilerini îkāz edenlerden rahatsız olurlar. Bugün de İslâm; vaz ettiği şefkat, merhamet ve diğergâmlık ile menfaatperest, pragmatist insanları rahatsız etmekte. Emrettiği adâlet ve hakkāniyet ile, zâlimleri, sahtekârları rahatsız etmekte.

Nitekim batı dünyasında; maddî kuvvet ile galip vaziyette olan batı medeniyeti karşısında mukavemet gösterebilecek yegâne medeniyetin İslâm olduğu, bu sebeple aralarında zarûrî olarak ihtilâf ve çatışmanın vukû bulacağı iddiaları, 20-30 sene evvelinden dile getirilmeye başlandı.

Müslümanlar maddî, siyasî, askerî, teknik ve teknolojik açılardan hâlen batıdan çok geri oldukları hâlde, onlar İslâm’dan korkuyorlar. Niçin?

Çünkü İslâm, asıl hayatın âhiret olduğu gerçeği içinde yaşatıyor. Lâkin onlar, böyle bir mes’ûliyet içinde değil; keyfî, rastgele ve nefsânî arzularına uygun bir hayat talep ediyorlar. Bunu engelleyen İslâm’a bu yüzden cephe alıyorlar. Ayrıca onlar da biliyorlar ki; menfaatperestlik, insan vicdanını rahatsız ediyor. İnsanlık, şefkat ve merhamet arıyor.

Zulüm, kalpleri yaralıyor. İnsanlık, adâleti emreden ve yaşatan bir dîne yöneliyor. Gayesiz, hayvânî, çılgınca bir hayat; rûhu rencide ediyor. İnsan, varlığının gayesini arıyor. Bu arayışa cevabı; hakikî İslâm’ı yaşayan, zarif, rakîk kalpli müslümanlar verecektir.

MÂNEVÎ ZEMİN ŞART

Bunun için; manevi zemin şart. Bütün zâhirî ve dünyevî ilimlerin zeminine dînî bir altyapının girilmesi zarûrîdir. Eğer dînî, yani mânevî altyapı verilmezse; nesiller, ekranların, görünmez internet ağlarının birbirine zincirlediği dünyada tek dişi kalmış medeniyetin evlâtları olmakta. Öz anne-babaların biyolojik bağı hiçbir şey ifade etmemekte.

Bu sebeple, evlâtlarımızın gönül dünyalarına dînî, mânevî temeller atacak müesseseler çok mühim… Kur’ân kurslarımız, imam-hatip okullarımız ve bu husustaki destekleyici gayretler çok mühim. Tasavvufu yaşayacak, takvâ ile kuşanacak, ihsan şuuruyla Hakk’ın şahidi olacak bir neslin yetişmesi için bu gayretler çok mühim…

İSLAMOFOBİYİ İCAT EDENLERİN KORKUSU

Âhirzamanda bu mânevî altyapı ile yetişip, ilmi; hakikî, faydalı zeminine oturtabilenler, bütün dünyaya İslâm’ın mütebessim çehresini aksettirebilecektir. İslâmofobiyi îcat edenlerin asıl korkusu da budur.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âhirzamanda gelecek İslâm neslini, âdetâ sahâbe ile mukayese ederek, şöyle buyurur:

“Benim ümmetimin misâli, yağmurun misâli gibidir. Evveli mi daha hayırlıdır, sonu mu daha hayırlıdır bilinmez! (Evveli de hayırlıdır, sonu da hayırlıdır.) (Tirmizî, Edeb, 81/2869; Ahmed, III, 130)

Evet, yeni nesilleri ashâb-ı kirâmın takvâ ölçüleriyle yetiştirmek zarûrîdir.

ASHAB GİBİ YAKIN OLMANIN YOLU

Çünkü; âhirzaman zorluklarla doludur ve zor zamanlarda mü’mini kurtaracak ancak takvâdır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; ashâbını yetiştirirken kimsenin eline kâğıt-kalem vermedi. Onlara bir gönül verdi. Kalb-i selîmi yaşattı. Dâimâ takvâya teşvik etti.

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22) buyurdu.

O’nun verdiği terbiye; satırlardan değil sadırlardan naklolan, yaşanan bir ilimdi. Bu müstesnâ tahsilden geçen sahâbe de; Semerkant’tan Kuzey Afrika’ya bütün dünya sathını, bu faydalı mânevî ilmin mektebi eyledi. Bugün onların feyizli, bereketli gayretlerinin ulaştığı her yer, büyük ekseriyetle İslâm yurdu.

İşte bu ilmi tevârüs etmeli, bizden sonraki nesle nakletmeliyiz. Bugün de merhametli bir anne-baba, evlâdına mîras bırakmak isteyen bir anne-baba unutmamalıdır ki en mühim mîras, âhiret mîrâsıdır.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kim Kur’ân-ı Kerîm’i okur ve onunla amel ederse, kıyâmet günü ebeveynine bir taç giydirilir. Bu tâcın nûru, güneşin dünyadaki bir eve konulduğunda vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse, Kur’ân-ı Kerim ile bizzat amel edenin nûru nasıl olur? Bir düşünün!” (Ebû Dâvûd, Vitr, 14)

İLİM TEK BAŞINA KÂFİ DEĞİL

Ancak; kuru ilim kâfî değil. İsterse evlâdını tefsir hocası, Kur’ân hocası olarak yetiştirsin. Takvâ yoksa kâfî değil. Çünkü İslâm, hayatın her safhasında kulluk istiyor. Tek safhada değil; her nefeste, her adımda kulluk istiyor. Kuru bilgi, İslâm’ı dışarıdan araştıran müsteşriklerde de var. Fakat bu bilgi onların dünyalarına da âhiretlerine de fayda vermiyor. Hattâ aksine hüsranlarını artırıyor.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ihtiyaçlarımızı ne güzel ifade buyurur.

“İlim, en hayırlı mîrastır. Edep, en hayırlı sanattır. Takvâ, en hayırlı azıktır. İbâdet, en hayırlı sermayedir. Sâlih amel, en hayırlı rehberdir. Güzel ahlâk, en hayırlı yakın dosttur. Hilim, en hayırlı yardımcıdır. Kanaat, en hayırlı zenginliktir. Ölümü tefekkür, en hayırlı uslandırıcıdır.”

Hâsılı dünyamız her geçen gün nefsânî hayatın hoyratlığıyla, kirlene kirlene gidiyor. Bu zehirin panzehiri, yalnız İslâm’dır. Bu hastalığın şifâsı, takvâ ile yaşanan İslâm’dır. Şiddetin çaresi, Âlemlere Rahmet Efendimiz’in getirdiği İslâm’dır.

Yâ Rabbî!.. Faydasız ilimden Sana sığınırız. Bizlere, mârifetullah yolunda zemin olacak; tefekkür, takvâ ve haşyetimizi artıracak, hakikî ilim ver. Nesillerimize âhiret mîrâsı olan, mâneviyat ilmini nakledebilmemizi nasîb eyle!..

Âmîn!..

Kaynak: Yüzakı Dergisi, Yıl: 2015 Ay: Şubat Sayı: 120