İslam’da Gizli Davet Dönemi

Nübüvveti

Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ilk vahiy kaç yaşında inmiştir? Peygamber Efendimiz’e ilk vahiy ne zaman ve nerede gelmiştir? Peygamberimizin nübüvvetinin ilk üç senesi...

Allâh Resûlü, kırk yaşında idiler. Vahye muhâtab olacak mânevî kıvâma ulaşmak için geçirdiği, hazırlık mâhiyetindeki altı aylık zaman sona ermişti.

Mübârek Ramazan ayının 17. günüydü.[1] Resûl-i Ekrem Efendimiz, mûtâdı üzere Hirâ Mağarası’nda idiler. Cebrâîl (a.s.) geldi ve Hazret-i Peygamber’e:

“–Oku!” dedi. Peygamber Efendimiz:

“–Ben okuma bilmem!” karşılığını verdi.

Bunun üzerine melek, Hazret-i Peygamber’i tâkati kesi­linceye kadar sıktı. Sonra yine:

“–Oku!” dedi. Efendimiz yine:

“–Ben okuma bilmem!” cevâbını verdi. Cebrâîl (a.s.) ikinci kez O’nu tâkati kesilinceye kadar sıktı. Sonra tekrar:

“–Oku!” dedi. Hazret-i Peygamber yine:

“–Ben okuma bilmem! (Ne okuyayım?)” dedi.

Cebrâîl (a.s.) Hz. Peygamber’i üçüncü defâ da sıkıp bıraktı. Ardından vahy-i ilâhîyi kendisine şöyle bildirdi:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ . خَلَقَ اْلاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ . اِقْرَاْ وَرَبُّكَ اْلاَكْرَمُ . اَلَّذِى عَلَّمَ بِالْقَلَمِ . عَلَّمَ اْلاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ.

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aleka’dan yarattı. Oku, Rabbin nihâyetsiz kerem sâhibidir. O, kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti.” (el-Alak, 1-5)

KUR’AN-I KERİM’İN NÜZULÜ

Bu emr-i ilâhî ile Allâh Resûlü’nün şahsında bütün insanlığa Rabbin en büyük lutfu olan Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlü başlamış oldu.

Hazret-i Peygamber, semâ kapılarından yeryüzüne rahmet ve şifâ olarak nüzûl etmeye başlayan Kur’ân-ı Mübîn’den ilk olarak bu âyet-i kerîmeleri telâkkî etti. Cebrâîl (a.s.) ayrılıp gidince, vahyin haşyetinden yüreği titreyerek Hazret-i Hatîce vâlidemizin yanına döndü:

“–Beni sarıp örtünüz; beni sarıp örtünüz!” buyurdu.

PEYGAMBERİMİZE İLK İMAN EDEN İNSAN

Bir müddet istirahat ettikten sonra, başına gelen bu hâli, birlikte insanlığa numûne nezih bir âile hayâtı yaşadığı Hatîcetü’l-Kübrâ annemize anlattı. Endişeli bir şekilde:

“–Yâ Hatîce! Şimdi bana kim inanır? dedi.

O mübârek zevce, Hz. Peygamber’e:

“Allâh’a kasem ederim ki, Allâh, Sen’i hiçbir vakit utandırmaz (mahcûb etmez). Çünkü Sen, akrabânı himâye edersin, işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fukarâya infâk eder, kimsenin yapamayacağı kadar iyilikte bulunursun, misâfire ikrâm edersin, Hak yolunda zuhûr eden hâdiselerde (halka) yardım edersin...

Ey Allâh’ın Elçisi! Sen’i (evvelâ) ben kabûl ve tasdîk ederim. Allâh yoluna önce beni dâvet et!” diyerek kendisini ilk tasdîk eden ve ilk destekleyen oldu.

Yâni Hazret-i Hatîce vâlidemiz, bir bakıma O’na lisân-ı hâl ile:

“–İyilik, ancak iyilik getirir! İhsânın karşılığı ihsândan başka ne olabilir ki!” demek­teydi.

Böylece o, Resûlullâh’ın tertemiz ve nezih mâzîsini, apaydınlık bir istikbâlin müjdecisi ve gerekçesi olarak değerlendirmekteydi. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:

هَلْ جَزَاءُ اْلاِحْسَانِ اِلاَّ اْلاِحْسَانُ

“İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?” (er-Rahmân, 60)

HER PEYGAMBERİN MARUZ KALDIĞI  DÜŞMANLIK

Bundan sonra Hazret-i Hatîce, Resûl-i Ekrem’i alıp amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e götürdü.

Varaka bin Nevfel, Câhiliye devrinde puta tapmayan nâdir ve müstesnâ kimseler­dendi. Hıristiyan olmuştu. İbrânîce bilir, İncîl’den yazılar yazardı. Hayli ihtiyarladığından, gözleri görmez olmuştu. Hazret-i Hatîce vâlidemiz ona:

“–Ey amcamın oğlu! Dinle bak; kardeşinin oğlu neler söylüyor?” dedi. Bunun üzerine Varaka merakla:

“–Ne oldu kardeşimin oğlu?” diye sorunca, Resûlullâh, gördüğü şeyleri kendisine haber verdi.

Anlatılanlardan, âhir zamânın en yüce hakîkatini kavrayan Varaka’nın yüzü, önce tebessümle parıldadı; sonra da derin düşüncelere dalarak durgunlaştı ve:

“–Bu gördüğün, Allâh Teâlâ’nın Mûsâ’ya gönderdiği Nâmûs-i Ekber (Cibrîl)’dir. Âh keşke Sen’in dâvet günlerinde genç olsaydım! Kavmin Sen’i yurdundan çıkaracakları zaman, keşke hayatta olsaydım!” dedi.

Allâh Resûlü hayretle:

“–Onlar beni yurdumdan çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da:

“–Evet! Zîrâ Sen’in getirdiğin gibi bir dîn getirmiş olan her Peygamber, düşmanlık ve husûmete mâruz kalıp yurdundan çıkarılmıştır. Şâyet Sen’in dâvet günlerine yetişirsem, Sana çok yardımım olur.” cevâbını verdi.

Bu mülâkatın üzerinden çok geçmeden Varaka vefât etti. Vahiy de fetret devrine girdi, yâni bir müddet kesildi. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1, Enbiyâ 21, Tefsîr 96; Müslim, Îman 252)

Allâh Teâlâ, daha sonra nâzil eylediği âyet-i kerîmelerde Resûlü’ne hitâben şöyle buyurmuştur:

وَكَذَلِكَ اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ رُوحًا مِنْ اَمْرِنَا مَا كُنْتَ تَدْرِى مَا الْكِتَابُ وَلاَ اْلاِيمَانُ وَلَكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْدِى بِهِ مَنْ نَشَاءُ مِنْ عِبَادِنَا وَاِنَّكَ لَتَهْدِى اِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

“İşte böylece Sana da emrimizle Cebrâîl’i gönderdik; Kur’ân’ı vahyettik. Sen kitap nedir, îman nedir bilmezdin! Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nûr kıldık. Şüphesiz Sen doğru yolu göstermektesin!” (eş-Şûrâ, 52)

اِنَّا اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ كَمَا اَوْحَيْنَا اِلَى نُوحٍ وَالنَّبِيِّينَ مِنْ بَعْدِهِ

“Biz Nûh’a ve ondan sonraki Peygamberlere vahyettiğimiz gibi Sana da vahyet­tik...” (en-Nisâ, 163)

KUR’AN-I KERİM’LE GELEN İLK EMİR

Resûlullâh’a gelen ilk vahyin ilk kelimesinin “Oku!” olması münâsebetiyle bunu gönül ehli, şöyle tefsîr etmiştir:

“Oku! Her şeyi oku! Allâh’ın kitâbını oku! Allâh’ın âyetlerini oku! Kâinât kitâbını oku! Dâimâ oku! Hidâyete ermek, dalâletten uzaklaşmak için oku! Îmânını bütünleştirmek için oku! Allâh’ın adıyla oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı bir kan pıhtısından yara­tan, fakat ona her şeyi okuma, aydınlatma, anlama ve anladığını yaşama imkânı veren yüce Rabbinin adıyla oku! İnsana okuma nîmetini ihsân ederek en büyük lutfu gösteren Allâh’ın adıyla oku! Öğrenmek için oku! Kudret kaleminin bu âleme çizdiği her satırı oku! İnsana bilmediğini öğreten Allâh’ın adıyla oku!”

OKU EMRİ

Âyetteki “oku” emri çok mühimdir. Ancak bu okumanın Allâh’ın adıyla olması da aynı de­recede bir ehemmiyet taşımaktadır. Zîrâ “oku” emrine riâyetin ne sûrette olması gerektiğini bildirmektedir.

“Oku” emri, sâdece zâhirde bir okuma emri değil, kalbin, mânevî tezkiye ve tasfiye netîcesinde kitap ve hikmeti alıcı hâle gelmesidir. Bununla, tecellîlerin mâkesi olan kalp ile her şeyi okuyabilmek kastedilmektedir. Yâni kâinâtın bir kitap hâline gelmesi, kalbin kâinât sayfalarını çevirip hikmetleri ve ilâhî sırları okuyabilmesi, velhâsıl insanın kâinâtı, kendini, Kur’ân-ı Kerîm’i okuması, idrâk etmesi ve yaşamasıdır.

İlk nâzil olan bu âyet-i kerîmelerden, şu netîceleri çıkarmak da mümkündür:

Her işe Allâh’ın adıyla başlamak gerekir. Bir kan pıhtısından yaratılan ve en güzel şekli alan insan, ilâhî kudret karşısındaki hiçlik ve acziyetini hiçbir zaman unutmamalıdır.

اَلَّذِى عَلَّمَ بِالْقَلَمِ . عَلَّمَ اْلاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ

“Kalemle yazı yazmayı ve insana bilmediğini öğreten” (el-Alak, 4-5) âyetlerinde insana ilmin ehemmiyeti bildirilmekte, aynı zamanda insanın bildiği her şeyin Cenâb-ı Hak tarafından öğretildiğine, bunun ilâhî bir lutuf olduğuna işâret edilmektedir. Dolayısıyla insanoğlu, Rabbinin yüceliğini dâimâ hatırda tutmalı, hiçbir zaman nankör olmamalıdır.

İLK VAHİY

İlk vahiyden sonra, uzunca bir müddet vahiy gelmedi. Bu bir bakıma, Resûlullâh’ın ard arda gelecek olan sonraki vahiy­lere iyice hazırlanması içindi. Zîrâ vahyin telâkkîsi o kadar muazzam bir vazîfe idi ki, onu kolaylıkla deruhte etmek mümkün değildi. Nitekim Cenâb-ı Hak da:

اِنَّا سَنُلْقِى عَلَيْكَ قَوْلاً ثَقِيلاً

“Doğrusu Biz Sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz.” (el-Müzzemmil, 5) âyet-i kerîmesiyle bu gerçeği beyân etmiştir.

Allâh Resûlü, sâdık rüyâların ardından birdenbire vahiy meleğini karşısında görünce telâşa kapılmıştı. Hazret-i Hatîce’nin tesellîsi ve Varaka’nın te’yîdi ile gönlüne itmi’nân gelmişti. Artık O, vahyin yeniden başlamasını iştiyakla arzu ediyor, âdeta sabırsızlanıyordu. Zaman zaman ilk vahyin geldiği Hirâ Dağı’na çıkıyor ve vahy-i ilâhîyi bekliyordu.

Bu fetret günlerinde O’na en çok destek olan, Hazret-i Hatîce vâlidemizdi. Bunun içindir ki, Hazret-i Peygamber, onun rûhî derinlik, incelik ve zarâfe­tini hiçbir zaman unutmadı. Hazret-i Hatîce’nin vefâtından sonra, bir kurban kesilecek olsa, dâimâ bir kısmını onun akrabâlarına gönderirdi. O, Allâh Resûlü’nün her bakımdan muazzez ve unutulmaz bir hâtırasıydı.

YALNIZ O’NA NASİP OLDU

Resûlullâh’ın hayâtı, geçmiş Peygamberlere nasîb olmayan hayâl ötesi şeref te­cellîleri ile doludur. Allâh, “Habîbim” diye sâdece O’na hitâb etmiştir. Mîrâc, Peygamberler arasında yalnız O’na nasîb olmuştur.

O’nun rüchâniyeti, Mescid-i Aksâ’da bütün Peygamberlere imâmetiyle sâbit oldu. Mûsâ’daki -aleyhisselâm- لَنْ تَرينِى sırrı, O’nda قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنى sûretinde tecellî etti.[2]

Hakk’a vuslat ânı olan namaz, ümmete de gönül iklîminde yaşanacak bir mîrâc olarak ikrâm edildi. Ayrıca namaz, başlangıçta elli vakit emredilmişken Resûlullâh’ın ni­yâzı netîcesinde ümmet-i Muhammed’e beş vakit olarak farz kılındı.

Yetim ve ümmî olan Hazret-i Peygamber, ilâhî tâlim ve terbiye ile bütün beşeriyete rehber, gayb âleminin gerçeklerine tercüman ve hakîkat mektebinin mürşidi olarak geldi. Ziyâ Paşa’nın dediği gibi:

Bir mektebe oldu ki müdâvim

Allâh idi zâtına muallim

PEYGAMBERLERİN VAZİFELERİ

Hazret-i Mûsâ (a.s.) birtakım ahkâm getirmişti. Hazret-i Dâvût (a.s.) Allâh’a duâ etmek ve münâcâtları tegannî husûsunda mümtâz idi. Hazret-i Îsâ (a.s.) insanlara mekârim-i ahlâkı, dünyâdan kalbî istiğnâyı ve zühdü öğretmek için gönderilmişti. İslâm Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ (s.a.v.) ise, bunların tamâmını getirdi. Ahkâm getirdi. Nefsi tezkiye edip berrak bir kalb-i selîm ve bir kalb-i münîb ile Allâh’a duâ etmeyi öğretti. En güzel ahlâkı tâlîm etti ve yaşayışı ile bu ahlâka numûne-i imtisâl oldu. Dünyânın aldatıcı alâyişine aldanmamayı tavsiye buyurdu. Kısaca, bütün Peygamberlerin salâhiyet ve vazîfelerinin cümlesini şahsiyetinde ve davranışlarında cemetti. Neseb ve edeb asâleti, cemâl ve kemâl saâdeti, hep O’nda toplanmıştı.

Şüphesiz O’nun kırk yaşına girmesi, insanlık târihinin dönüm noktalarından biri oldu. Kırk yıl, cehâlet karanlıklarına gömülmüş bir toplum içinde yaşadı. Sonradan ortaya koyacağı güzelliklerin çoğu, halkının henüz meçhûlü idi. Bir devlet adamı, bir vâiz veya bir hatip olarak bilinmi­yordu. Büyük bir kumandan olduğundan söz etmek şöyle dursun, sıradan bir asker olarak bile mâruf değildi.

Geçmiş milletlerin ve Peygamberlerin târihinden, kıyâmet gününden, Cennet ve Ce­hennemden bahsettiği duyulmamıştı. Yalnız kendi şahsına münhasır yüksek bir ahlâk ile nezih bir hayat yaşıyordu. Lâkin Hirâ Mağarası’ndan ilâhî tâlimât ile döndüğünde, ta­mâmen değişmişti.

[1] İbn-i Sa’d, I, 194.

[2] لَنْ تَرينِى: Beni aslâ göremezsin!” (el-A’râf, 143): Mûsâ (a.s.) Tûr-i Sînâ’da Allâh Teâlâ ile mükâleme için bir hazırlık safhasına tâbî tutuldu. Kendisine otuz gün oruç tutturuldu, buna on gün ilâve edilerek kırka tamamlandı. Bu hâl, nefsânî hayattan tecerrüd ettirilerek Allâh ile yapılacak mükâlemeye bir hazırlık idi. Cenâb-ı Hak, Mûsâ (a.s.) ile dil veya ses gibi maddî bir vâsıtayla değil, ezeldeki kelâm sıfatı ile konuştu. Hazret-i Mûsâ’nın (a.s.) yanında şâhit olarak getirilen yetmiş kişi ve Cebrâîl (a.s.) bu ilâhî kelâmı duymadılar ve hissetmediler. Mûsâ (a.s.) bu ilâhî tecellînin karşısında kendisinden geçti. Dünyâda mı, âhirette mi olduğunu unutarak zaman ve mekânın dışına çıktı. Cenâb-ı Hakk’ın zâtını görmek için büyük bir aşk, vecd ve istiğrak ile kendisinde şiddetli bir arzu uyandı. Buna mukâbil Cenâb-ı Hak’tan: “Len terânî” fermân-ı ilâhîsi tecellî etti. Mûsâ (a.s.) zât-ı ilâhîyi müşâhede için gayr-i irâdî olarak ısrârına devâm edince, Cenâb-ı Hak, dağa nazar etmesini, şâyet dağ, yerinde durabilirse, zâtını müşâhede edebileceğini bildirdi. Rivâyetlere göre sayısız hicapların arkasın­dan Cenâb-ı Hakk’ın zâtından bir nûr, sızıntı hâlinde dağa aksedince dağ infilâk etti. Bu dehşetli manzara karşısında Mûsâ (a.s.) bayıldı. Ayıldığında haddi aştığı için Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ederek istiğfâr etti.

Bu Kur’ânî kıssadan şu netîceleri çıkarabiliriz: Bu kâinatta Allâh’ın zât tecellîsine tahammül edebilecek bir mekân mevcut değildir. Bu keyfiyet, dağın, zerrenin zerresi bir tecellîye tahammül edemeyerek berhavâ olmasıyla sâbittir. Cenâb-ı Hak zât bakımından gâib, sıfat tecellîleri itibârıyla meşhûddur. Bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minler vasfedilirken “اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ” yâni “Onlar gayba îmân ederler.” (el-Bakara, 3) beyân-ı ilâhîsi vârid olmuştur.

Diğer bir hakîkat ise Cenâb-ı Hakk’ın zât tecellîsini telâkkîye insan idrâkinin mütehammil olmadığıdır. Bu keyfiyet de Mûsâ’nın (a.s.) düşüp bayılmasıyla sâbittir. Buna göre âlemimizde “zât tecellîsi” yoktur. Bu gerçek, zât tecellîsinin zuhûrunun şiddetiyle birlikte ins ü cin idrâkinin kifâyetsizliği sebebiyledir.

قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنى: Birleştirilmiş iki yay arası veya daha az (mesâfede) (en-Necm, 9): Hazret-i Peygamber Mîraç gecesi, Cebrâîl (a.s.) dâhil hiçbir mahlûkun hudûdunu aşamadığı Sidre-i Müntehâ’nın ötesine geçirildi. Âyette, beşer idrâkine “birleştirilmiş iki yay arası veya daha az (mesâfe)olarak bildirilen keyfiyetiyle kullarca telâkkîsi muhâl ve mahrem olan bir vuslat vukû buldu.

Bunlar, Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Peygamber’in muhâtab oldukları iki büyük tecellînin bizim idrâk seviyemize tenzil edilmiş bir ifâdesinden ibârettir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 1, Erkam Yayınları