İslam’da Ahiret İnancı Nedir?

Ahirete İman

İslam’da ahiret inancı nedir? Ahiret inancı nasıl olmalı? Ahirete iman etmek insanların dünyadaki hayatını nasıl etkiler? Ahiret inancının önemi nedir? Allah kullarına neden zenginlik ve fakirlik verir? Ahiret inancı ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir? Ahirete iman hakkında bilgiler...

İslâm akâidinin temel esaslarından biri olan âhirete îman, inanç esasları arasındaki ehemmiyetine binâen birçok âyet-i kerîmede “Allâh’a îman” ile yan yana zikredilmiştir. Nitekim bu âyet-i kerîmelerden birkaçı şöyledir:

“…Allâh’a ve âhiret gününe îmân edip sâlih amel işleyen kimselerin Rab’leri katında büyük ecirleri vardır. Onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.” (el-Bakara, 62)

“…Eğer herhangi bir şeyde ihtilâfa düşerseniz, Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız onu Allâh’a ve Resûl’üne götürün!” (en-Nisâ, 59)

“Allâh’a ve âhiret gününe inanan bir milletin, -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allâh’a ve Resûl’üne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin…”  (el-Mücâdele, 22) Yine Cenâb-ı Hak mü’minleri medih şânında da:

“...(Onlar ki) Allâh’a ve âhiret gününe îmân ederler...” (et-Tevbe, 44) buyurmaktadır.

Gayba âit bir husus olması dolayısıyla, insanın idrâk gücünü aşan “ölüm ve âhiret” muammâsını sırf akıl ile çözmek mümkün değildir. Bu noktada insanın, ilâhî beyanların irşâdına şiddetle ihtiyacı vardır. Cenâb-ı Hak da kullarını bu hususta aslâ yardımcısız bırakmamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’deki pek çok sûrede, bazen apaçık delillerle, bazen misaller vermek sûretiyle ve uhrevî hayata dâir beyanları sık sık tekrar etmekle, âhiret inancının gönüllere en kuvvetli şekilde nakşolmasını arzu buyurmuştur.

Nitekim nübüvvetinin ilk yıllarında Peygamber Efendimiz’e ibadetlerden ziyâde îman esaslarını sağlamlaştıran âyet-i kerîmelerin nâzil olması ve hicretten sonra nüzûl eden ibadet ve muâmelât hükümleri arasında yine bu mevzulara sık sık temas edilmesi, bu hikmete binâendir. Zira câhiliye devrinin en mühim fesat sebeplerinden biri de “âhireti inkâr”dır. Esâsen, âhiretin varlığını inkâr etmek, akıl ve mantık dışıdır. Düşünmek lâzımdır ki:

“Meselâ bir tiyatro grubunun, birinci sahneyi sergiledikten sonra perdeyi kapatıp, hâdiseleri paramparça, dağınık ve îzaha muhtaç bir vaziyette yarım bırakarak oyunu bitirdiği hiç görülmemiştir. Böyle bir durum söz konusu olsa, düşünceleri tam harekete geçmiş, sinirleri gerilmiş, oyunun ve yazarının maksadını ve ana fikrini öğrenmeye heveslenmiş seyirciler ne düşünürler acaba? Akıllı bir çocuk bile oyunun bu şekilde bitirilmesini uygun görmez. O hâlde her şeyi mükemmel yaratan ve her işten haberdar olan Allâh’ın, bu koskoca kâinat kıssasını, bir çocuğun bile yapmadığı şekilde bitirmesi nasıl düşünülebilir?”

Yani her fırsatta sebepler âleminde yaşadığını söyleyen insanoğlunun, bu sebeplerin neticelerini göreceği âhirete îman etmesi, aklen de zarurîdir.

Âşikâr bir hakîkattir ki, herkes bu dünyaya bir kapıdan, yani ana rahminden gelmekte, sonra da nefsânî ve rûhânî davranış ve hislerle dolu, âdeta engelli bir koşu yeri olan dünyada fânî hayatını yaşamaktadır. Kundak ile tabut arasındaki bu kısacık koridoru geçtikten sonra da, ecel kapısından ebedî âlemin ilk konağı olan kabre adım atmaktadır. Kabir ise, kıyâmet günü hesâba çekileceğimiz ilâhî mahkemenin âdeta bekleme salonudur. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:

“İnkârcılar: «Kıyâmet bize gelmeyecek!» dediler. De ki: «Hayır! Gaybı bilen Rabbim hakkı için o, mutlakâ size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile O’ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de şüphesiz, apaçık kitapta (yazılı)dır.»” (es-Sebe’, 3)

“Allah -ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur- elbette sizi kıyâmet günü toplayacaktır. Bunda aslâ şüphe yoktur. Söz bakımından Al-lah’tan daha doğru kim vardır?” (en-Nisâ, 87)

“(İnsan;) «Kıyâmet günü de ne zaman(mış?» diye) sorar. Gözlerin (hayret ve dehşetle) kamaştığı, Ay tutulduğu, Güneş ve Ay birleşip (karardığı) zaman! İşte o gün insan; «Kaçacak yer neresi?» diyecek. Hayır, o gün kaçılmayacak. Sığınacak hiçbir yer olmayacak. O gün herkesin varıp karar kılacağı yer, ancak Rabbinin huzûrudur. O gün insana, önden yolladığı ve geri bıraktığı ne varsa hepsi haber verilecek.” (el-Kıyâme, 6-13)

“De ki: Allah sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra sizi şüphe götürmeyen kıyâmet gününde bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.

Göklerin ve yerin mülkü Allâh’ındır. Kıyâmetin kopacağı gün var ya, işte o gün, bâtıla sapanlar hüsrâna uğrayacaklardır.” (el-Câsiye, 26-27)

“De ki; «–İster taş olun, ister demir, isterse gözünüzde büyüyen herhangi bir mahlûk!» (Bunlar, Allâh’ın sizi yeniden diriltmesini güçleştirmez.) Diyecekler ki:

«–Bizi tekrar (hayata) kim döndürecek?» De ki:

«–Sizi ilk kez yaratan.» Bunun üzerine onlar, Sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacak ve;

«–Ne zamanmış o?» diyecekler. De ki:

«–Yakın olsa gerek!»” (el-İsrâ, 50-51)

İşte dünya, iki kapılı bir han misâli, Hazret-i Âdem’den (a.s.) günümüze kadar sayısız insanla dolup dolup boşaldı. Peki onlar şimdi neredeler? Veya bir müddet sonra biz nerede olacağız, bilen var mı? Meçhul! Ama şurası kesin ki, zâlimlere de mazlumlara da, âbidlere de fâsıklara da ölüm muhakkak gelip çatıyor ve herkes ebedî hayatın başlangıcı olan kıyâmeti bekliyor…

Şöyle bir düşünecek olursak, üzerine basıp geçtiğimiz yer, bugüne kadar gelen milyarlarca insanın toprağa dönmüş cesetleriyle dolu. Sanki üst üste çakışmış milyarlarca gölge gibi… Yarın bizler de toprağın sînesine amellerimizle gömülerek bu kesif gölgenin içine süzüleceğiz. Ondan sonra ebedî bir hayat ve sonsuza yolculuk başlayacak. Mâdem ki bundan kaçış yok, o hâlde biraz durup düşünelim:

ÂHİRETİN YANINDA DÜNYA…

Bu fânî âlemde ömür uzun olmuş, kısa olmuş, ne ifâde eder ki? Çünkü şu fânî dünya hayatı, ebedî âhiret hayatı karşısında bir sabun köpüğünden farksızdır. İnsanoğlu bu fânî âlemde, ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, onun ömrü, âhiretteki hayata kıyasla kısacık bir müddetten ibârettir.

Nitekim bu hakîkat, âyet-i kerîmelerde şöyle bildirilmektedir:

“(Allah inkârcılara:)

«–Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?» diye sorar.

«–Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte sayanlara sor.» derler. (Allah) şöyle der:

«–Çok az bir zaman kaldınız. Keşke bunu (daha önce) bilmiş olsaydınız.»” (el-Mü’minûn, 112-114)

Diğer bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“(Onlar) kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)

Peygamber Efendimiz de, dünya hayatına nisbetle âhiretin müddet, kıymet ve büyüklüğü hakkında, insanın idrâkini kolaylaştırmak için şöyle bir kıyasta bulunmuştur:

“Vallâhi, âhirete göre dünya, sizden birinizin işaret parmağını denize daldırıp çıkarmasından başka bir şey değildir! O kişi parmağının üzerinde ne kadarcık su kaldığına baksın!” (Müslim, Cennet, 55)

O hâlde bütün vazifemiz; âhirete kıyasla kısacık bir müddet olan ömrü, Hakk’a kulluk, ibadet ve tâatle tezyîn edebilmektir.

DÜNYA HAYATINI NASIL YAŞAMALIYIZ?

Öte yandan, şu kısacık dünya hayatının günleri, âhirete nisbetle pek kıymetlidir. Zira âhiret, karşılık görme yeri; dünya ise kazanma mahallidir. Rivâyet olunur ki Hazret-i İlyas (a.s.), Ölüm Meleği’ni karşısında görünce dehşet içinde ürperdi. Azrâil (a.s.) bunun sebebini merak ederek:

“–Ey Allâh’ın Peygamberi! Ölümden mi korktun?” diye sordu. Hazret-i İlyas (a.s.) cevâben:

“–Hayır! Ölümden korktuğum için değil, dünya hayatına vedâ edeceğim için bu hâldeyim…” dedi. Sonra sözlerine şöyle devam etti:

“–Dünya hayatında Rabbime kulluk yapmaya, iyilikleri tavsiye edip kötülüklerden sakındırmaya gayret ediyor, vaktimi ibadet ve amel-i sâlihlerle geçiriyor, güzel ahlâk ile yaşamaya çalışıyordum. Bu hâl benim huzur kaynağım oluyor, gönlüm sürur ve mânevî neşelerle doluyordu. Ölünce bu zevkleri ve lezzetleri yaşayamayacağım ve kıyâmete kadar mezarda rehin kalacağım için üzülmekteyim!”

NEDEN AĞLIYORSUN?

Tâbiîn neslinden Âmir bin Abdikays, ölümü yaklaşınca ağlamaya başladı.

“–Niçin ağlıyorsun?” diye sordular. O da şu cevâbı verdi:

“–Ne ölüm korkusuyla, ne de dünyaya duyduğum hırs sebebiyle ağlıyorum. Lâkin sıcak günlerde oruç tutmaktan ve geceleri ibadet için kalkmaktan (teheccüdden) mahrum kalacağım diye ağlıyorum.” (Zehebî, Siyer, IV, 19)

AHİRET DÜNYADA KAZANILIR?

Âhiret saâdetinin bu dünyada kazanılması hakîkatine binâen Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Dünyanın bir günü, âhiretin bin yılından daha hayırlıdır. Zira kazanç ve kayıp keyfiyetleri bu dünyaya âittir. Âhirette artık kurtuluşa kavuşturacak bir şey yapma imkânı yoktur.”

Düşünmeliyiz ki; Allah bize bin sene ömür verse, meselâ 1000 yılında dünyaya gelmiş olsak ve 2000 yılına kadar dünyada bolluk içinde saltanat sürsek, yine de ölmüş olurduk. Yani ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım, esas ve ebedî hayat olan âhiretin yanında fânî dünya hayatı, kısacık bir fasıldan ibarettir. O hâlde;

ÂNI SONSUZA TERCİH ETMEK, HANGİ AKLIN KÂRIDIR?

Âhireti dünyaya tercih edenlerin idrâki, iştah açan binbir çeşit gıdâyı bilmediği için, elindeki kokulu soğanı en leziz gıdâ zanneden bir çocuğun idrâkinden farksızdır. Fânî dünyayı sonsuz âhirete tercih etmek, uçsuz bucaksız gökyüzünde kanat çırpmak dururken daracık bir kafese koşan zavallı kuşun idraksizliğini paylaşmaktır. Hikmet ehli zâtlardan biri şöyle buyurur:

“Dünya altından yapılmış, ama fânî olsa, âhiret de çamurdan ama bâkī olsa, akıllı insan bâkī olanı fânîye tercih eder. Peki durum bunun aksine olur da dünya çamurdan ve fânî, âhiret de altından ve bâkī olursa acaba ne yapmak lâzımdır?”

Şüphesiz ki sâlim bir akıl ve mantığın îcâbı; küçük, basit ve geçici menfaatleri; faydası ebediyyen sürecek büyük kazançlar ile değişmeyi gerekli kılar. Bu sebeple aklı başında her insanın vazifesi; fânî dünyanın câzibesine kapılmaktan sakınıp ebedî olan âhiret saâdetini kazanmaya çalışmak olmalıdır. Hadîs-i şerîfte de, gerçek akıl sahipleri şöyle târif edilir:

“Akıllı (insan), nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölümden sonrası için çalışandır. Ahmak ise nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allah’tan (âhirette hayır) umandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)

İşte bir insanın ne kadar akl-ı selîm sahibi olduğu, bu gerçekler ışığında mîzân edilmelidir. Yani fânîyi verip bâkīyi kazanan, akıllı kimsedir. Âhireti unutup dünyaya aldanan, gâfil kimsedir. -Hazret-i Ömer’in ifâdesiyle- başkasının dünyası için âhiretini satan ise câhil ve ahmak kimsedir!.. Zira Allah katında bir sineğin kanadı kadar bile değeri olmayan dünyaya dalarak âhireti unutan kimseye, Allah da değer vermez. Bunun içindir ki Lokman Hakîm de şu tavsiyede bulunmuştur:

“Âhiretin için dünyanı fedâ et, her ikisini de kazanırsın. Dünya için âhiretini fedâ etme, her ikisini de kaybedersin.”

Dünya, kemâle erememiş ham nefisler için, su gibi görünen aldatıcı bir seraptan ibârettir. Çocukların heves ettiği bir elma şekeri gibidir ki, dışı tatlı bir renk cümbüşü olsa da, içi ekşi ve çürüktür. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği, ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allâh’ın mağfireti ve rızâsı vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değil-dir.” (el-Hadîd, 20)

“Allah dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa âhiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir.” (er-Ra‘d, 26)

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenmeden, bir oyundan ibârettir. Âhiret yurduna gelince, şüphe yok ki o, hayatın ta kendisidir. Keşke bunu bilmiş olsalardı.” (el-Ankebût, 64)

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Takvâ sahipleri için âhiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” (el-En‘âm, 32)

“Dünya hayatını âhirete tercih edenler, Allah yolundan alıkoyan-lar ve onun eğriliğini isteyenler var ya, işte onlar (haktan) uzak bir sapıklık içindedirler.” (İbrahim, 3)

“Bu (azap), onların dünya hayatını âhirete tercih etmelerinden ve Allâh’ın kâfirler topluluğunu aslâ doğru yola iletmeyeceğindendir.” (en-Nahl, 107)

“İşte onlar, âhirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.” (el-Bakara, 86)

“Onlara de ki: «Dünya geçimliği azdır. Âhiret, Allâh’a karşı gelmekten sakınan kimse için daha hayırlıdır…»” (en-Nisâ, 77)

“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği Cehennem’e sokarız.” (el-İsrâ, 18-19)

“Hayır! Doğrusu siz, çarçabuk geçeni (dünya hayatını ve nîmetlerini) seviyor, âhireti bırakıyorsunuz.” (el-Kıyâme, 20-21)

“...Şüphesiz bu dünya hayatı geçici bir eğlencedir. Ama âhiret, gerçekten kalınacak bir yurttur.” (el-Mü’min, 39) Bu hakîkat Resûlullah Efendimiz’in mübarek lisanlarından da şu sözlerle sâdır olmuştur:

“Allâh’ım! Asıl hayat, âhiret hayatıdır. (Asıl saâdet, ebediyet saâdetidir!)” (Buhârî, Cihâd 33, Salât 48)

Abdullah bin Mesut’un naklettiği şu hâdise, bizler için ne büyük bir nasihattir:

Resûlullah Efendimiz, bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Efendimiz uyandığında, o hasır, mübârek vücudunun yan tarafında iz bırakmıştı. Biz:

“–Yâ Resûlâllah! Sizin için bir döşek edinsek?” dedik. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Benim dünya ile ne alâkam var ki? Ben bu dünyada, bir ağacın altında gölgelenen, sonra da bineğine binip orayı terk eden bir yolcu gibiyim.” buyurdular. (Tirmizî, Zühd, 44/2377)

Yine bir gün Hazret-i Ömer, Peygamber Efendimiz’in hâne-i saâdetlerine gelmişti. Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. Her taraf bomboştu. Evin içinde hurma yapraklarından örülmüş bir hasır vardı. Allah Resûlü onun üzerine yaslanmıştı. Kuru hasır, Hazret-i Peygamber’in mübârek teninde izler bırakmıştı. Bir köşede bir ölçek kadar arpa unu vardı. Onun yanında da, çivide asılı eski bir su kırbası duruyordu. Hepsi bu kadardı! Arabistan Yarımadası’nın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e tâbî olduğu bir günde, O’nun dünyaya âit mal varlığı bunlardan ibaretti.

Hazret-i Ömer bunu görünce, içini çekti. Kendini tutamadı, gözleri doldu ve ağlamaya başladı. Peygamber Efendimiz:

“–Niçin ağlıyorsun ey Ömer?” diye sordu. O da:

“–Niçin ağlamayayım yâ Resûlâllah! Kayser ve Kisrâ dünya nîmetleri içinde yüzüyor! Allâh’ın Resûlü ise kuru hasır üzerinde yaşıyor!” dedi. Efendimiz, Hazret-i Ömer’in gönlünü aldı ve:

“–Ağlama ey Ömer! Dünyanın bütün nîmet ve zevkleriyle onların, âhiretin de bizim olmasını istemez misin?” buyurdu. Cenâb-ı Hak, küfür ehlinin dünyevî zenginlik, refah ve saltanatları-na bakarak onlara imrenmekten, mü’min gönülleri şöyle îkaz buyurmaktadır:

“Şayet insanların küfürde birleşmiş bir tek ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık. Evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları da (hep gümüşten yapardık). Ve onları ziynetlere boğardık. Bütün bunlar, sadece dünya hayatının geçimliğidir. Âhiret ise, Rabbinin katında, Allâh’ın azâbından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” (ez-Zuhruf, 33-35)

“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer Cehennem’dir. O ne kötü varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196-197)

“Şüphesiz Biz, âhirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösterdik; o yüzden bocalar dururlar. İşte bunlar, azâbı en ağır olanlardır; âhirette en çok ziyana uğrayacaklar da onlardır.” (en-Neml, 4-5) Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurmuştur:

“Fânî olan dünyayı arayan kişi; olmayacak, kötü bir şeyi aradı. Âhireti arayan ise; iyiyi, güzeli, doğruyu aramış oldu.” Bir kişi Süfyân-ı Sevrî Hazretlerine giderek:

“–Bana tavsiyede bulun!” demişti. O da şu nasihatte bulundu:

“–Dünyada kalacağın kadar dünyana çalış, âhirette kalacağın kadar âhiretine çalış, vesselâm.” (Ebû Nuaym, Hilye, VII, 56) O hâlde sık sık düşünelim:

Üç günlük dünya hayatına ne kadar ehemmiyet veriyoruz, ebedî olan âhiret hayatına ne kadar? Bugün insanlık, dünyada biraz daha uzun yaşayabilmek, hattâ ölümden kurtulabilmek için pek çok araştırmalar yapıp bu uğurda ilâç ve kozmetiğe büyük meblâğlar sarf ediyor. Oysa esas ve sonsuz hayat olan âhirette hiç kimse; “dünyada az yaşadım, çok yaşadım” derdinde olmaya-cak. Orada herkesin derdi, âhiretin yanında bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kısa olan dünya hayatını ne kadar ebedî saadet sermayesi kılabildiği hususunda olacak…

Lâkin nice insan, bu hakîkatleri bilse bile, nefsine uyup gaflete dûçâr olmaktan kurtulamaz. Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Fakat siz (ey insanlar) âhiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu hâlde dünya hayatını tercih ediyorsunuz.” (el-A’lâ, 16-17) buyrulduğu üzere, âhiret deryâsı karşısında bir damla hükmünde bile olmayan dünyâyı ukbâya tercih eder. Bu hususta gönlümü derin düşüncelere sevk etmiş olan bir müşâhedemi burada arz etmek isterim:

Bir gün sabah namazı için evden çıkmak üzere iken, dışarıda iki kedinin canhıraş feryatlarını duydum. Merak ettim ve bahçeye çıktığımda onlara dikkat ettim. Gördüm ki, iki kedi karşı karşıya duruyor ve saldır-maya hazır birer küçük kaplan gibi hırlayarak hiç kıpırdamadan birbirlerine çakmak çakmak bakıyorlardı. Tüyleri diken diken olmuştu. En ufak bir hamlede yekdiğerini parçalama azminde idiler.

Bu kadar aşırı hasımlaşmanın sebebi nedir acaba diye düşünürken gördüm ki, ortada bir fare var; ölmüş, küçük bir fare. Meğer kediler o fare leşini elde etmek için bunca mücâdeleye girişmişler. Meğer yekdiğerini hırpalama veya onun tarafından hırpalanma pahasına birbirlerine karşı göze aldıkları zararın sebebi, ortadaki küçük bir fare leşi imiş!

Basit gibi görünen bu tablo, aslında büyük bir ibret sergiliyordu. Bir lâşeden müstağnî kalamayışın dûçâr ettiği ve edeceği kötü neticeleri aksettiriyordu. Bir bakıma dünyaya râm olanların boş ihtirasları uğruna âhiret hüsranını tercih etmelerini tedâî ettiriyordu. Nice gaflet erbâbının sımsıkı sarılıp peşine düştüğü fânî heves, istek ve meyiller ile geçici makam, mevkî ve riyâset dâvâlarının, bir lâşeden ibâret olduğunu anlatıyor ve bunların ebedî bir saltanatı hebâ etmeye değmeyeceğine işarette bulunuyordu. Nitekim, Allâh’ın râzı olduğu helâl ve meşrû nîmetlerle yetinmeyip nefsânî câzibelere aldanmanın, kişiyi ne kadar da fecî bir âkıbete dûçâr edeceğine, şu hâdise müşahhas bir misâldir:

Mîraç esnâsında Cebrâîl (a.s.) ile Resûlullah azap içinde bir grup insan görmüş-lerdi. Önlerinde, güzelce pişmiş leziz et yemekleri ile çiğ ve kokuşmuş leşler vardı. Fakat onlar, o güzelim yemekleri bırakıp pis ve kokuşmuş leşleri yiyorlardı. Allah Resûlü, bunların kim olduğunu sorduğunda Cebrâîl (a.s.) şu cevâbı verdi:

“–Onlar ümmetinden helâl hanımını bırakıp da haram olan kadına giden erkeklerle, kocasını bırakıp haram olan erkeklere giden kadınlardır.” (Heysemî, I, 67, 68)

İşte bunun gibi; âhireti, hesâbı ve azâbı göz ardı ederek, dünyevî lezzetlere helâl-haram demeden hırsla atılmak, kulu dehşetli bir mahrûmiyet, mahcûbiyet ve eziyete mahkûm eden, hazin bir aldanıştır.

Dolayısıyla ebediyet yurdu olan âhirete îmân ettiği hâlde, sırf fânî dünya için çalışıp çabalayan kimseye, ne kadar hayret edilse yeridir! Şu kısacık ömür sermayesini hiç bitmeyecekmiş gibi hoyratça tüketmekten ve âhiret sermayesi hâline getirememekten daha dehşetli bir hamâkat olamaz. Zira bu cihan, bir oyun-eğlence mahalli değil, âhiret sermayesinin tedârik edilebildiği yegâne yerdir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasîbini unutma! Allâh’ın sana ihsân et-tiği gibi sen de (insanlara) iyilik et!” (el-Kasas, 77) buyrulmaktadır. Bu ilâhî tâlimatta, insanın ukbâ saâdetine nâil olabilmek için dünyadan el etek çekmesi değil, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsân ettiği nîmetleri O’nun râzı olduğu şekilde sarf ederek birer âhiret sermayesi hâline getirmesinin lüzumuna dikkat çekilmiştir. Hak dostlarından Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri bir gün buz satan birine rastlar. Satıcının;

“–Sermayesi erimekte olan insana yardım edin!” diye nidâ ettiğini duyunca şiddetle sarsılır ve ardından düşüp bayılır.

Zira Asr Sûresi’nde de ifâde buyrulduğu üzere insan, sermayesi günbegün, anbean tükenip gitmekte olan bir ebediyet yolcusudur. Eğer dünya sermayesini îman ufkuyla âhiret sermayesine dönüştüremez ise; dünyadaki gayretleri, şeytanların paylaşacakları nasipler olur. Bunun neti-cesi ise büyük bir hüsran ve elîm bir azaptır.

Velhâsıl Hazret-i Osman’ın buyurduğu üzere:

“Muhakkak ki dünya fânî, âhiret ise bâkīdir. Fânî olan sizi şımartıp azdırmasın, bâkī olandan alıkoymasın. Siz, bâkīyi fânî olana tercih ediniz. Zira dünya sonludur, dönüş Allâh’adır. Allah’tan korkunuz.” (İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Mevsû‘a, I, 77)

AHİRET AZIĞI

Hepimiz her an Cenâb-ı Hakkʼın huzûruna doğru mesafe alan yolcularız. Fakat hiçbir yolculuğa hazırlıksız ve azıksız çıkılmaz.

Peygamber Efendimiz, bir defasında Ebû Zer’e:

“–Bir yolculuğa çıkmak istersen onun için hazırlık yapar mısın?” diye sormuşlardı. Ebû Zer:

“–Evet yâ Resûlâllah.” diye cevap verdi. Efendimiz devamla:

“–Peki, kıyâmet günü yolculuğu nasıl olacak? Beni dinle; o gün sana yarayacak olanı söyleyeyim mi?” diye tekrar sordular. Ebû Zer büyük bir heyecanla:

“–Evet yâ Resûlâllah! Anam ve babam yoluna fedâ olsun!” karşılığını verdi. Âlemlerin Efendisi bu defa şöyle buyurdular:

“–Yeniden dirilme günü çok sıcak bir gündür. O gün ferahlamak için şimdiden oruç tut! Kabir yalnızlığı için gece karanlığında iki rekât (teheccüd) namazı kıl. Kıyâmetin büyük hâdiseleri için bir kere haccet ve muhtâca bir sadaka ver. Ya haklı yere bir söz söyle, yahut kötü bir söz söylemekten dilini alıkoy!” (İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Kitâbü’t-Teheccüd; Gazâlî, İhyâ, I, 354)

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazır-ladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan ha-berdardır.” (el-Haşr, 18)

Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede âhiretten “yarın” diye bahsediyor. Yani kâfirlere hiç gelmeyecekmiş gibi, gâfillere ise çok uzakmış gibi görünen kıyâmet ve âhiretin vaktini, zaman ve mekândan münezzeh olan Rabbimiz, “yarın” kadar yakın bir zamanla ifâde buyuruyor.

Zaman mefhumunun ne kadar izâfî olduğunu da;

“…Muhakkak ki, Rabbinin nezdinde bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (el-Hac, 47) buyurarak haber veriyor.

Dolayısıyla, hakîkatte “yarın” kadar yakın bulunduğumuz, sonsuz hayat olan âhirette saâdet mahsullerini derebilmek için, bugün dünya tarlasına sâlih amel tohumlarını ekmekte geç kalmamalı, ihmalkârlık göster-memeliyiz. Vaktimizi öyle güzel değerlendirmeliyiz ki, bize “Yarın öle-ceksin!” denilse bile, hayat programımızda herhangi bir değişiklik yapma ihtiyacı hissetmemeliyiz!

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî’nin şu îkazları ne kadar hikmetlidir:

“Âhiret azığını hayatında kendin tedârik et! Çünkü sen öldükten sonra akraba hırsa kapılır; senin rûhun için hiçbir iyilikte bulunmazlar.

Altını, nîmeti elinde iken bugün sen ver! Sen öldükten sonra bunlar elinden çıkar, sahip olamazsın! Iztırap çekmemek istersen, ıztırap çekenleri hatırından çıkarma! Bugün hazine elinde iken lâzım gelen yerlere çabuk dağıt, yarına bırakma! Çünkü yarın anahtar elinden çıkmış olur. Azığını bugün sen kendin götür. Öldükten sonra karından, çocuğundan şefkat bekleme!

Azığını öbür dünyaya kendi götüren kimse, devlet topunu çelmiş demektir. Sırtımı beni düşünerek ancak kendi tırnağım kaşır, başkası kaşımaz. Ne gibi servetin varsa avucunun ortasına koy, verilecek yerlere ver! Veremezsen, yarın dişinle elinin arkasını ısırırsın.”

Ebediyet yolculuğunda lâzım olan en hayırlı azığımızı, Yüce Rabbimiz şöyle beyân ediyor:

“…Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (Ey müʼminler! Âhiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvâdır. Ey akıl sahipleri! Benʼden (yani emirlerime muhâlefetten) sakının.” (el-Bakara, 197)

Cenâb-ı Hak, kullarıyla dost olmak istiyor. Dostluğuna ulaşmanın yollarını, ilâhî tâlimatlarıyla târif ediyor.

Dostluk ise, müştereklikten kaynaklanır. Cenâb-ı Hak’la dost olmak için; O’nun sevdiğini sevmek, sevmediklerini de terk etmek şarttır. Âhirete götürülecek en kıymetli azık olan “takvâ” da Allâh’ın sevdiği güzel vasıflarla vasıflanıp O’nun sevmediği çirkin vasıflardan titizlikle sakınma hassâsiyetidir. Cenâb-ı Hakk’ın dostluğuna nâiliyet için, O’na takvâ hassâsiyetiyle tezyîn edilmiş selîm bir kalp götürebilmek îcâb eder.

Bu hakîkatten hareketle Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’sinde şöyle der:

“Cenâb-ı Hakk’ı dost edinmek istersen, şunu iyi bil ki, dostların yanına eli boş gidilmez. Dostların yanına eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer.

Cenâb-ı Hak Mahşer gününde kullarına;

«–Kıyâmet günü için ne armağan getirdiniz?» diye soracak ve ardından;

«–Sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi, eli boş, azıksız olarak, tek başınıza ve muhtaç bir hâlde geldiniz. Haydi söyleyin bakalım; kıyâmet günü için ne hediye getirdiniz? Yoksa sizde dünyadan âhirete dönmek ve Allâh’ın huzûruna çıkmak ümidi yok muydu? Kur’ân’ın kıyâmet hakkındaki haberi, size boş mu görünmüştü?» buyuracak.

Ey ahsen-i takvîm, yani en güzel vasıfta yaratılan insan! Kıyâmet gününü inkâr etmiyorsan, O Dost’un kapısına böyle eli boş olarak nasıl ayak atıyorsun? Bu fânî âlemde uykuyu ve yemeyi-içmeyi azalt da, Cenâb-ı Hak’la buluşacağın zaman için bir hediye hazırla!”

Velhâsıl Cenâb-ı Hakk’a götürülecek en güzel hediye, Oʼnun cemâlî esmâsının tecellî hâlinde olduğu, münevver, musaffâ ve latîf bir gönül aynasıdır.

AHİRETE İMANIN FAYDALARI

Dünyanın fânî, âhiretin ise ebedî olduğu şuuruyla yaşayan bir mü’min; dünyaya gönlünü kaptırmaz, fânî nîmetlerin ilâhî bir imtihan vesîlesi olduğunu düşünür ve bütün nîmetleri Allâh’ın rızâsı istikâmetinde kullanır. Yani âhiret endişesi ve ölüme hazırlık gayreti, kulun istikâmetini düzeltici bir tesir icrâ eder. Nitekim;

“Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’den (O’nun azâbına uğ-ramaktan) korkarız.” (el-İnsân, 10) diyen bir mü’minin günahlardan uzaklaşacağı ve sâlih amellere daha çok rağbet edeceği âşikârdır.

Gâfil bir insan ise âhiret endişesinden uzak, keyfince bir hayat ya-şar. Nefsinin hevâsına mağlûptur da farkında bile değildir. Sefâletini saâdet zanneder. Kabirde ve âhirette kendisini bekleyen nice korkunç saf-ha hiç yokmuşçasına, dehşetli bir rehâvet içinde ömür tüketir.

Hâlbuki hiçbir vâkıa, onu yok saymakla yok olmaz. Nitekim, ölümden, âhiretten ve Allah’tan kaçanların kurtulduğuna dâir bir haber aslâ duyulmamıştır. Ölümden kuru kuruya korkmanın da ecele bir faydası ol-duğunu gören olmamıştır.

Ölüm ve âhiret gerçeği, kendisini inkâr edenlerin de bir gün muhakkak karşısına çıkıverir. Gaflet ehlinin bugünkü yalancı saâdetleri ve sahte kahkahaları, o gün ağır bir hüsran ve can yakıcı bir pişmanlığa dönüşür.

Âhirete îman, akl-ı selîm sahibi her insana, bir gün dünya ile alâkasının kesileceğini, hayır veya şer nâmına ne yapmışsa onlarla baş başa kalacağını, müsbet-menfî bütün amellerinin karşılığını eksiksiz göreceğini düşündürür. Yani ölümü ve âhireti tefekkür etmek; şuurlanmaya, dünyaya gönül kaptırmamaya, hâl ve tavırlara çekidüzen vermeye, günahlardan daha çok el çekmeye vesîle olur.

Varlık ve bolluk içindeyken ölümü düşünmek, kulu zenginliğin âfetlerinden korur. Fakr u zarûret içindeyken ölümü tefekkür etmek; kanaat, rızâ, hamd ve şükür ile gönül huzuruna kavuşmaya vesîle olur.

İnsan için en büyük imtihan ve en dehşetli musîbet, ölümdür. Ama ondan daha kötü olanı, ölüm ve sonrasından habersiz yaşamak, bunu hatırından uzak tutmak ve Hakk’a lâyık ameller işleyemeden ömür sermayesini tüketmektir. Aklı başında bir insana yakışan; ölüm gelmeden evvel ona hazırlanmak, bunun için de evvelâ nefsini kötü huylardan arındırmaktır.

Zira ilâhî ölçülerle terbiye edilmemiş ham bir nefis, fânîliği ve ölümü hiçbir zaman kabul etmek istemez. Nitekim İsmail Hakkı Bursevî g nefis hakkında şöyle buyurur:

“Nefis nasıl Müslüman olur ki?! O küfrün anasıdır. Şeytan bile nefis yüzünden kâfir olmuştur.”

Yani bir kimsede nefis dizginlenip arzu ve ihtirasları asgarîye indirilmediği takdirde, kişinin ölüm ve sonrasını tefekkür etmesine fırsat vermez ve son nefeste nefsâniyet rûhâniyete gâlip gelerek -Allah korusun- kişinin îmansız gitmesine sebep olabilir.

Bu büyük tehlikeden kurtulabilmek için nefsin muhakkak tezkiye ve terbiye edilmesi, rûhun da ibadetler ve Allâh’ın zikri ile kuvvetlendi-rilmesi şarttır.

Şeyh Sâdî g ölmeden evvel nefsi terbiye etmenin lüzûmuna şöyle işaret eder:

“Ey kardeş, sonunda toprak olacaksın! Toprak olmadan önce toprak gibi mütevâzı olmaya bak!”

AHİRET İNANCININ İNSANA KAZANDIRDIKLARI

Resûlullah Efendimiz buyurur:

“Allâh’a ve âhiret gününe îman eden kimse, komşusunu rahatsız etmesin! Allâh’a ve âhiret gününe îman eden kimse, misafirine ikram etsin! Allâh’a ve âhiret gününe îman eden kimse, ya faydalı söz söylesin veya sussun!” (Buhârî, Nikâh 80, Edeb 31, 85, Rikāk 23; Müslim, Îmân 74, 75)

Bu nebevî tâlimatlara kulak ve gönül veren bir mü’min, insanlar arasındaki münâsebetlerini de dâimâ rahmet, nezâket, zarâfet, edep, hürmet ve kul hakkına riâyet ölçüleriyle gerçekleştirir.

Yine âhiret inancı, kalplerde mes’ûliyet duygusunu kuvvetlendirir. Vazife ve sorumluluklarını titizlikle îfâ edebilme gayreti meydana getirir. Cenâb-ı Hakk’ın devamlı kendisini gördüğünü, yapıp ettiklerinin sürekli kayıt altına alınmakta olduğunu ve âhirette dünya hayatından hesâba çekileceğini bilen bir insan, kimsenin görmediği yerlerde bile yanlış hareketler yapmaktan sakınma hassâsiyeti kazanır. Bilâkis fânîlerin nazarlarından gizli ve tenhâ yerlerde yapılan sâlih amellerin, “ihlâs” sırrına daha muvâfık olduğu düşüncesiyle, böyle zaman ve zeminleri Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tahsil için müstesnâ bir fırsat olarak görür. Böylece gizli-âşikâr her hâline îtimâd edilen temiz bir insan hâline gelir.

Diğer taraftan âhiret; hem zâlimler hem de mazlumlar, hem fâsıklar hem de sâlihler için mevcûdiyeti zarurî bir âlemdir. Zira iyilerin mükâfâta nâil, kötülerin de cezâya dûçâr olmalarından daha tabiî bir şey olamaz. Nitekim bu fânî âlem şartlarında dahî iyilerin başını sokacağı yerler ve kötülerin de içine konulacağı zindanlar olmasaydı, hayat çekilmez hâle gelirdi!

Sırf bu hikmet dolayısıyla bile âhiret yurdunun mevcûdiyetine îman zarurîdir.

İnsanoğlu kendi vücûdunu ısıran bir sineğe bile kızıp onu cezalandırmak istemekte, diğer taraftan da bir kahvenin hatırını kırk yıl saymakta değil midir? Dolayısıyla kendisinden bir ömür boyu sâdır olan müsbet ve menfî davranışların Allah indinde karşılıksız kalacağını zannetmek kadar abes bir düşünce olamaz. Zira bu dünyada zâlimin zulmü, mazlumun âhı; kâfirin küfrü, mü’minin de îmânı vardır.

Şayet bunların mükâfat ve mücâzâtı olmasaydı, bütün mevcudâtı insanın emrine âmâde kılan ilâhî program mânâsız kalır, insanın yaratılışı abes olur ve bu da Cenâb-ı Hakk’ın “el-Adl” ve “el-Hakîm” esmâsıyla tezat teşkil ederdi. Hâlbuki Hak Teâlâ bütün noksanlıklardan münezzeh olduğu gibi kullarına karşı haksızlıkta bulunmaktan da, abes ve hikmetsiz bir fiil, irâde ve tasarrufta bulunmaktan da münezzehtir.

Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Göğü, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri Biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki hâline! Yoksa Biz, îman edip de sâlih ameller işleyenleri, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya (Allah’tan) korkanları, yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?” (Sâd, 27-28)

“Yoksa kötülük işleyenler, ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, îmân edip sâlih amel işleyen kimselerle bir tutacağımızı mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar? Allah, gökleri ve yeri, yerli yerince yaratmıştır. Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez.” (el-Câsiye, 21-22)

Yani Cenâb-ı Hak âhirette, ilâhî adâletiyle kötüleri cezalandırır, iyileri de mükâfatlandırır. Kur’ânî ifâdeyle;

“Kim zerre ağırlığınca iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre ağırlığınca kötülük yapmışsa onu görür.” (ez-Zilzâl, 7-8) Lokman Sûresi’nde de şöyle buyrulur:

“Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Lokmân, 16)

Ayrıca kalbinden âhiret fikri, Allah korkusu ve muhabbeti silinen insanlar; şahsî maksat ve menfaatlerine perestiş edeceklerinden, onların, bu âlemin en zararlı unsurları hâline gelecekleri şüphesizdir. Bu tür insanlar nazarında; dînî, vicdânî ve ulvî mes’ûliyetler, vatan ve millet sevgisi, umûmun maslahatı, toplumun menfaati gibi yüksek duygular, gayet gülünç şeylerdir. O gâfiller için yegâne üstünlük ve meziyet, insan aldatmaktan ibârettir.

Bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, âhirete inanmayanların şahsiyet ve karakter bozukluklarına bir misal sadedinde şöyle buyurmaktadır:

“Ey îmân edenler! Sakın sizler de, Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş için malını dağıtan kimse gibi, başa kakmak ve gönül kırmak sûretiyle sadakalarınızı boşa çıkarmayın!” (el-Bakara, 264)

Dolayısıyla, insanlardaki din ve âhiret fikrini zayıflatmak, toplumları helâke sürükleyecek olan son derece tehlikeli bir teşebbüstür. Uzak ve yakın tarihte bunun misallerine çokça tesadüf edilmiştir.

Şunu da ifâde etmek lâzımdır ki; âhirete îmân eden ve hayatını ona göre tanzim eden mü’minlerde, son nefesi îmân selâmetiyle verip vere-meme endişesi olsa da “ölüm korkusu” olmaz. Allâh’ın rızâsını elde etme ve ebedî huzura ulaşma ideali, insanda hayatı dolu dolu yaşama gayretine yol açar. Ayrıca dünyanın gelgeç çile ve ıztıraplarına karşı da tahammül gücü verir. Zira geçici dünya lezzetleri, insanın rûhunu aslâ tatmin edemez. Rûhun huzuru, îmânın kazandıracağı ulvî zevklerde ve mânevî hazlardadır.

Nitekim birçok âyette ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” mânâsındaki “likā” (likāullah, likāü’l-âhira) kelimesiyle ifâde edilmiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Kim Allâh’a kavuşmayı umuyorsa, bilsin ki Allâh’ın tayin ettiği o vakit elbet gelecektir. O, her şeyi işiten ve bilendir.” (el-Ankebût, 5)

Yani her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir ayrılık ise de, îmanlı gönüller için rûhun ten kafesinden kurtuluşunu, fânîlikten ebedîliğe, gurbetten sılaya vuslatını temin eden bir vesîledir. Ayrıca, kendisine âit olduğumuz Allâh’a tekrar yüz akıyla ve vicdan huzuruyla geri dönebilme gayreti olmadan, bu hayatta gerçek bir başarıdan da bahsedilemez. Âhirete inanmayan kimseler hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır:

“Kim Allâh’a karşı yalan uydurandan daha zâlim olabilir? Onlar (kıyâmet gününde) Rab’lerine arz edilecekler, şahitler de: «İşte bunlar Rab’lerine karşı yalan söyleyenlerdir!» diyecekler. Bilin ki, Allâh’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir! Onlar, (insanları) Allâh’ın yolundan alıkoyan ve onu eğri göstermek isteyenlerdir. Âhireti inkâr edenler de onlardır.” (Hûd, 18-19)

“Allâh’ın huzûruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğramıştır. Nihayet onlara kıyâmet vakti ansızın gelip çatınca, onlar, günahlarını sırtlarına yüklenerek diyecekler ki: «Dünyada iyi amelleri terk etmemizden dolayı vah bize!» Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür!” (el-En‘âm, 31)

“Ey îmân edenler! Allâh’a, Peygamber’ine, Peygamber’ine indirdiği Kitâb’a ve daha önce indirdiği kitâba îman(da sebat) ediniz. Kim Allâh’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyâmet gününü inkâr ederse tam mânâsıyla sapıtmıştır.” (en-Nisâ, 136)

ALLAH KULUNU HUZÛRUNA NASIL DAVET EDİYOR?

Cenâb-ı Hak, kullarını Dâru’s-Selâm’a, yani selâmet ve saâdet yurdu olan Cennet’e davet ediyor. Tabiî ki her davetin bir kabul şartı, her nîmetin de bir bedeli vardır. Cennet’e ancak tertemiz, mücellâ, musaffâ, pâk ve latîf bir kalple girilebilir. Bu gönül sâfiyeti, âdeta Cennet’e giriş vizesidir. Ebûʼl-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“Allah Teâlâ sizi dünyaya temiz olarak gönderdi; siz de Oʼnun huzûruna kirli olarak gitmeyiniz!”

İnsan doğduğu zaman, bulanık bir me’hazdan geldiği hâlde, mis gibi kokar; gözlere aydınlık, gönüllere ferahlık verir. Bu, onun mâsumiyet ve günahsızlığının getirdiği bir letâfetin eseridir. Cenâb-ı Hak bizim de, dün-yaya gönderildiğimiz gibi tertemiz kalmamızı, nezih bir hayat yaşayıp le-kesiz bir amel defteriyle, yine tertemiz bir kalple kendisine dönmemizi istiyor.

Zira bir letâfet diyârı olan Cennet’e günahların kesâfetiyle girilemez. Günahlar, kalbi karartan lekelerdir. Bu lekelerin çoğalması; gönül gözünün kapanmasına ve neticede haramlardan sakınma hassâsiyetinin kaybolmasına sebebiyet verir. Ömer bin Abdülazîz Hazretleri buyurur ki:

“Haramlar bir ateştir. Ona ancak kalbi ölüler uzanır. Eğer el uza-tanların kalpleri diri olsaydı, o ateşin acısını muhakkak duyarlardı.” Demek ki günahlarla kararıp mânen ölü hâle gelen kalpler, hakîkat nûruna âmâ kesilirler. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“…Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (el-Hac, 46)

“Bu dünyada (gaflete dalmak sebebiyle) kalbi kör olan (yani ilâhî hakîkatlerin uzağında kalan), âhirette de kör ve daha şaşkındır.” (el-İsrâ, 72)

“Her kim Benʼim zikrimden (Kur’ân’dan) yüz çevirirse, mutlakâ ona dar bir geçim vardır. Bir de onu kıyâmet gününde kör olarak haşrederiz.” (Tâhâ, 124)

“O da şöyle der:

«‒Rabbim! Dünyada gören bir kimse olduğum hâlde, niçin beni kör olarak haşrettin?»” (Tâhâ, 125)

“(Allah) buyurur ki: «İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun (ilâhî hakîkatlere âmâ kesildin). Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!»” (Tâhâ, 126)

Velhâsıl içinde yaşadıkları ilâhî imtihan dershânesinde alık ve abus bir çehreyle dolaşanların dünyada gâfilce oynadıkları körebe oyunu, âhirette ebedî bir körlüğe dönüşecektir.

ALLAH’IN EN ÇOK KIYMET VERDİĞİ ŞEY

Cenâb-ı Hakk’ın davet ettiği Cennet’in yolunu ise kalp gözü günah karanlıklarıyla körelmiş olanlar bulamazlar. Bu itibarla, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna temiz bir kalp götürmemiz şarttır. Nitekim âhirette kula fayda sağlayacak husûsun da ancak bu olduğunu, Resûlullah Efendimiz şöyle haber vermişlerdir:

“Allah Teâlâ sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)

Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımızda, Cenâb-ı Hakk’ın, kullarını huzûruna kalb-i selîm, kalb-i münîb ve nefs-i mutmainne ile davet ettiğini görü-yoruz. Bunları biraz açmak gerekirse:

Kalb-i selîm; nefsânî temâyüllerden ve onların tasallutundan ko-runmuş veya günahların kasvetinden arındırılmış tertemiz bir kalptir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“(İnsanların dirileceği) o gün, ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler müstesnâ.” (eş-Şuarâ, 88-89)

Yani kul, ebedî kurtuluşu için, âhiretin tarlası olan bu fânî cihanda, Allah Teâlâ’nın en çok kıymet verdiği şeyi, yani kalb-i selîmi kazanmaya gayret etmelidir.

Kalb-i selîme nâiliyet için de öncelikle aşk ile yaşanan bir îmânın kalbe yerleşmesi şarttır. Çünkü ancak bu sâyede ibadetler kalp ve beden âhengi içerisinde ve huşû üzere îfâ edilebilir. Bu kıvamda îfâ edilen ibadetler de ruh için bir vitamin mesabesindedir.

Allah Teâlâ’nın, kuluna temiz fıtratıyla birlikte ihsân ettiği ve on-dan muhafazasını talep ettiği selîm kalbe ise ancak “tezkiye-i nefs” ve “tasfiye-i kalp” denilen tasavvufî terbiye usûlleriyle ulaşılabilir.

Cenâb-ı Hak, kalb-i selîme sahip olan hakikî mü’minlerin vasıflarından birkaçını şöyle haber veriyor:

“…(Gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Resûl’üne itaat edin! Mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanlarını artıran ve yalnız Rab’lerine dayanıp güvenen kimselerdir.

Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) infâk eden kimselerdir. İşte onlar gerçek mü’minlerdir. Onlar için Rab’leri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.” (el-Enfâl, 1-4)

Kalb-i münîb ise, dâimâ Hakk’a yönelen, her hâlükârda hakkı ve hayrı bulan bir kalptir. Bu kalp, hayır ile şerri net olarak ayırt eden, bir pusula gibi dâimâ Hakk’ın râzı olduğu istikâmeti gösteren, her fırsatta Allah rızâsını arayan bir kalptir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“İşte size vaad edilen Cennet! Ki o, Allâh’a yönelen, emirlerine riâyet eden, göremediği hâlde Rahman’dan korkan ve «kalb-i münîb» (Allâh’a yönelmiş bir kalp) ile gelen kimselere mahsustur.” (Kāf, 32-33)

Nefs-i mutmainne de Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine lâyıkıyla uyup, men ettiklerinden titizlikle sakınmak sûretiyle mânevî hastalıklardan kurtulmuş, hakikî ve kuvvetli bir îman ile de huzur, sükûn ve itmi’nâna kavuşmuş bir nefstir. Kalp, zikrullah bereketiyle şüphe ve tereddütlerden arınmış, her an şükür ve senâ hâlindedir.

Bu mertebede kötü ve çirkin vasıflar, yerini güzel ahlâka terk etmiş-tir. Davranış olgunluğunda zirveyi teşkil eden ve bütün beşeriyete numûne olan Hazret-i Peygamber’in yük-sek ahlâkı, târifsiz bir zevk ile güzelce yaşanmaktadır. Kulun kalbi; sabır, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ ile taçlanmıştır.

Sâmi Efendi Hazretleri şöyle buyurur:

“Hakîkî mânâda İslâm’a girebilmek, nefs-i emmâreyi bertaraf etme-ye ve ilâhî emirlere tâbî olmaya bağlıdır. Binâenaleyh, nefs-i mutmainneye ermeden evvel, yalnız kalbî tasdîk ile meydana gelen İslâm’a, «İslâm-ı mecâzî» derler. Nefs, mutmainne makâmına erdikten sonra olan îmâna da, îmân-ı hakîkî denir.”

Bu makamda gözleri perdeleyen beşerî kesâfet yok olmuş, latîf duygularla hakîkat nûru zuhûr etmiştir. Bu sebeple:

“Ey itmi’nâna ermiş (itaatkâr) nefs!” (el-Fecr, 27) şeklindeki iltifatkâr hitâb-ı ilâhîye mazhariyet nasîb olmuştur. Ki bu nefs, âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere Rabbinden dâimâ râzı olduğundan, Cenâb-ı Hakk’ın da rızâsını, hoşnutluğunu kazanmıştır. (Bkz. el-Fecr, 28)

ALLAH KULLARINA NEDEN ZENGİNLİK VE FAKİRLİK VERİR?

Hazret-i Enes’ten rivâyet edilen bir hadîs-i kudsîde şöyle buyrulmaktadır:

“Bazı mü’min kullarımı ancak zenginlik sağlam (bir Müslüman) eyler. Onu fakir etsem, bu durum onu ifsâd eder. Bazı mü’min kullarımı da fakirlik sağlam tutar. Ona rızkı bol versem bu durum onu ifsâd eder.

Bazı mü’min kullarım, kullukta bir derece ister. Fakat Ben, ucba girmesin, böylece kendini beğenmesi onu ifsâd etmesin diye, bu isteğini ona vermem. Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak sıhhat sağlam tutar; onu hasta etsem bu durum onu ifsâd eder. (Râvî der ki: Zannediyorum şunu da dedi:)

Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak hastalık korur. Onu sıhhatli etsem bu durum onu ifsâd eder. Ben kullarımın işlerini, kalplerine dâir ilmimle tedbir ederim. Ben her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr olanım.” (Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, s. 122)

Bu hadîs-i kudsîde verilen mesajları madde madde ele alacak olursak:

1) “Bazı mü’min kullarımı ancak zenginlik sağlam (bir Müslüman) eyler (onun îmânını korur); onu fakir etsem, bu durum onu ifsâd eder:

Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde «Rabbim bana ikram etti» der.” (el-Fecr, 15)

“Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise (isyâna düşerek) «Rabbim beni önemsemedi» der.” (el-Fecr, 16)

Yani bazı kullar, bollukta şükreder de darlıkta şükür hâlini kaybederler. Hâlbuki makbul olan; zenginlikte de fakirlikte de hamd, şükür ve rızâ hâlini muhâfaza ederek kalbî muvâzeneyi korumaktır. Rivâyet edilir ki:

“Kıyâmet gününde zengin bir kul getirilir. Allah Teâlâ ona:

«–Seni Bana kulluktan alıkoyan ne idi?» buyurur. O zengin:

«–Yâ Rabbi! Malımın çokluğu beni meşgul etti.» der. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Süleyman’ı (a.s.) misal getirerek:

«–Sen Süleyman kulumdan da mı zengin idin? Onu niye mülkü o kadar meşgul etmedi?» buyurur.” (Bkz. Bursevî, Rûhuʼl-Beyân, IV, 258; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, V, 202-203)

Kalbin sanatı; mal ve mülkü Cenâb-ı Hakkʼın rızâsı istikâmetinde kullanabilmektir.

Kalbini dünyanın kasası yapmayan şükür ehli cömert zenginler ile kanaatkâr, sabırlı ve haysiyetli fakirler, insanlık şerefinde ve ilâhî rızâda beraberdirler.

Fakirliği de zenginliği de yaşamış olan Hazret-i Ebûbekir ve Abdurrahman bin Avf her iki hâle de en güzel misaldir. Ancak İslâm’da, kibirli ve hasis zenginler ile kendisine takdîr edilene sabredemeyip isyanda bulunan fakirlerin de zemmedildiği unutulmamalıdır.

2) Bazı mü’min kullarımı da fakirlik sağlam tutar (îmânını korur); ona rızkı bol versem bu durum onu ifsâd eder:

Sâlebe ve Kârun bunun en bâriz iki misâlidir. Fakirken sâlih birer müʼmin hayatı yaşayan bu insanlar, muazzam nîmetlerle imtihan edildiklerinde, bunu kaldıramamış, şımarıp azgınlaşmış, neticede ebedî bir hüsrana dûçâr olmuşlardır.

Ayrıca, sıkıntılı zamanlarda Cenâb-ı Hakk’a devamlı ilticâ ederken, ferahlığa kavuşmasıyla hâl ve tavırlarını değiştiren kimselerin durumu, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle nakledilmektedir:

“Sizi karada ve denizde gezdiren O’dur. Hattâ siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dîni yalnız Allâh’a hâlis kılarak; «Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlakâ şükredenlerden olacağız.» diye Allâh’a yalvarırlar. Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine hak-sız yere taşkınlık ediyorlar...” (Yûnus, 22-23)

Yani bazı kulların içinde bulundukları fakr u zarûret hâli, âhiret penceresinden bakıldığında, aslında kendileri için bir rahmet vesîlesidir. Tabiî ki sabredip şükredebilirlerse… Bu ise ancak, “takvâ” ile mümkün-dür…

3) Bazı mü’min kullarım, kullukta bir derece ister. Fakat Ben ucba girmesin, böylece kendini beğenmesi onu ifsâd etmesin diye, bu isteğini ona vermem:

Kulun mânevî kemâlinin farkında olmaması da kimi zaman bir rahmet vesîlesidir. Zira kendini kâmil gören; rehâvete kapılmaktan, gurur ve kibre düşmekten kolay kolay kurtulamaz. Bundan dolayı Tâhâ el-Harîrî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Keşif ehli sâlik ile keşfi kapalı sâlikin hâli, gözü gören ile gözü görmeyen iki kişinin Hicaz seferine benzer. Her ikisi de yol boyunca de-vamlı olarak gâyelerine yaklaşmaktadırlar. Fakat gözü görmeyenin sevâbı daha çoktur.

Seyr u sülûkte de keşfi olmayan sâlik, her ne kadar görünmüyorsa da, devamlı terakkî hâlinde olduğu için, keşfi açık olandan daha kazançlıdır.”

Yani keşfinin kapalı olması, birçok sâlik için daha hayırlıdır. Zira açık olsaydı, belki o hâle tahammül edemeyip ayakları kayardı. Tıpkı Belʼam bin Bâûrâ gibi... Kurʼân-ı Kerîmʼde onun hâli şöyle bildirilmektedir:

“Onlara (Yahudîlere), kendisine âyetlerimizden verdiğimiz, fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın tâkibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.

Dileseydik elbette onu bu âyetler sâyesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler.” (el-A‘râf, 175-176) Bu yüzden, esas mesele istikâmettir, kerâmet değil.

Nitekim peygamberlerden sonra insanlığın en fazîletlisi sayılan Hazret-i Ebûbekir’in zâhiren çok fazla bir kerâmeti yoktu. Onun en büyük kerâmeti; Allah Resûlüʼne tam bir teslîmiyetle ittibâ hassâsiyeti idi. Dâimâ istikâmet üzere olmaya çalışmasıydı.

Mâneviyat semâsının yıldızları mesâbesindeki Hak dostları da; gurur, kibir ve ucba sürüklenme endişesiyle, dâimâ zâhirî kerametlerden korkmuş, yüksek hâl ve makamlarını ifşâ etmekten kaçınmışlardır.

4) Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak sıhhat sağlam tutar; onu hasta etsem, bu durum onu ifsâd eder:

Hazret-i Ebûbekir buyurur:

“Allah’tan âfiyet isteyin. Hiç kimseye kat’î bir îmandan sonra, âfiyetten daha fazîletli bir şey verilmemiştir.”

Hazret-i Enes şöyle nakletmektedir:

Resûlullah son derece zayıflamış bir hastayı ziyaret etti ve:

“–Allâh’a bir şey için duâ ediyor muydun veya O’ndan bir şey isti-yor muydun?” diye sordu. Hasta:

“–Evet; «Allâh’ım! Bana âhirette vereceğin cezâyı bu dünyada he-men peşin olarak ver!» diye duâ ederdim.” cevâbını verdi. Allah Resûlü şöyle buyurdu:

“–Sübhânallâh! Senin buna gücün yetmez. Şöyle duâ etseydin olmaz mıydı:

«...Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi Cehennem azâbından koru!» (el-Bakara, 201)”

Bunun üzerine adam bu duâyı yaptı ve şifâ buldu. (Müslim, Zikir, 23; Tir-mizî, Deavât, 71/3487)

Yani kulluk edebi; Cenâb-ı Hakkʼın bize takdir ettiği imtihan tecellîlerini, sabır, şükür ve rızâ hâli ile karşılamayı gerektirir. Cenâb-ı Hak, imtihan için verdiği bir iptilânın yanında, sâlih kulları için o iptilâya sabredebilme gücünü de ihsân eder. Fakat kul, kendi irâdesiyle imtihan edilmeyi talep ederse, bu bir nevî cüretkârlık sayılır ki, ona sabretmeye tâkat getiremeyebilir.

5) Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak hastalık korur; onu sıhhatli etsem, bu durum onu ifsâd eder:

Bazı kullar, hasta iken Cenâb-ı Hakk’a daha çok ilticâ eder. Daha çok “Yâ Rabbi!” der. Çünkü hastalıkta nefs zayıf düştüğü için, sıhhatli ve güçlü zamanlardaki gibi azgınlık ve taşkınlıklara mecâl bulamaz. Dolayısıyla âhiret terazisiyle ölçüldüğünde; hastalık ve iptilâlar, sabredebilen kullar için, bü-yük bir rahmet vesîlesidir.

Diğer taraftan kul, gücü kuvveti yerindeyken nâfile ibadetlere istikrarlı bir şekilde devam ederse, zor zamanlarında, hastalık veya yaşlılıkta onları îfâ edemese bile yüce Rabbimiz, bu ibadetlerin ecrini yine ihsân eder. Müfessirler bu mânâyı, şu âyet-i kerîmeden çıkarmışlardır:

“Fakat îmân edip sâlih amel işleyenler için, eksilmeyen, devamlı bir ecir vardır.” (et-Tîn, 6)

Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kul, yolculuğa çıkar yahut hastalanırsa, Allah, ona mukîm ve sıhhatli iken yaptığı amellerin benzerini yazar.” (Buhârî, Cihâd, 134; Ahmed, IV, 410, 418)

“Gece namaz kılmayı îtiyad hâline getiren kimse uyuyakalır da te-heccüd namazına kalkamazsa, Allah ona teheccüd sevâbını yazar, uyuması da kendisi için bir sadaka olur.” (Muvatta, Salâtü’l-Leyl, 1)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur:

“Erkek olsun kadın olsun, mü’min; Allâh’a günahsız olarak kavu-şuncaya kadar, kendisinden, çoluk çocuğundan ve malından iptilâ (imti-han) eksik olmaz.” (Tirmizî, Zühd, 57)

Mühim olan, bu iptilâ ve musîbetlerin birer ilâhî imtihan tecellîsi olduğunun farkına varıp, onları sabır ve rızâ ile karşılamaktır. Cenâb-ı Hakkʼa karşı kalbî muvâzeneyi bozmamaktır.

6) Ben kullarımın işlerini, kalplerine dâir ilmimle tedbir ederim. Ben her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr olanım.” (Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, s. 122)

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Gaybın anahtarları Allâhʼın yanındadır; onları Oʼndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; Oʼnun ilmi dışında bir yap-rak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahî bi-lir...” (el-Enʼâm, 59)

Velhâsıl kul, âhirette kendilerine korku ve hüzün olmayan bahtiyar kullar zümresine dâhil olabilmek için, Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkındaki takdîrine râzı olmalı. O’nun takdîrini, kendi arzusundan daha hayırlı telâkkî etmeli. Yokluğu da varlığı da, hastalığı da sıhhati de Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmaya vesîle edinmeli. Yani kul, Rabbine tam teslîm olup O’na hamd, şükür ve rızâ duygularıyla kulluğunu îfâ etmeli ki, Rabbi de ondan râzı olsun.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları