İslam'a Hürmet Etmenin Fazileti ve Bereketi

İSLAM

İslam'a hürmet etmenin önemi, fazileti ve bereketi nedir? Tarihte İslam'a hürmet edenlerin ve hakikatten uzak kalanların durumu ne olmuştur?

Bişr-i Hâfî sarhoşken yolunun üstünde kelime-i tevhîd yazılı bir kâğıt buldu. O kudsî kelimenin yerde kalmasına gönlü râzı olmadı. Büyük bir hürmetle onu alarak sildi, temizledi. Güzel kokular sürdü. Ve binbir tâzim içerisinde evinin en güzel yerine astı. Bu sebeple Allah Teâlâ da ona hidâyet ve velâyet ihsân etti.

Amellerim Mükafatı İslam İle Şereflenmendir

Yine, asr-ı saâdette ashâb-ı kiramdan Hakîm bin Hizâm adında bir zât vardı. Hazret-i Hatice’nin akrabası olan Hakîm, cömert, müşfik, hayr u hasenat sahibiydi. Câhiliye devrinde kızlarını diri diri gömmek isteyen babalardan onları satın alır, himâye eder ve hayata kavuştururdu. Hakîm bin Hizâm, Hazret-i Peygamber’e câhiliye devrindeki bu amellerinin kendisine fayda verip vermeyeceğini sorduğunda Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona:

“Bu güzel amellerinin kendisini İslâm’la şereflendirdiğini...” ifâde buyurmuştur. (Buhârî, Zekât 24, Edeb 16; Müslim, Îmân, 194-196)

Şunu iyi bilmek îcâb eder ki, cihânın sır ve hikmetleri ancak kâmil gönüllerde yeşerir. Osmanlı Devleti’nin, hiçbir İslâm devletine nasîb olmayan 600 küsur senelik bir ihtişâma nâil olması, asıl mâneviyâta verdiği ehemmiyetten ileri gelmiştir.

Osman Gâzi ve Yavuz Sultan Selîm Hân

Meşhur bir rivâyete göre Osman Gâzî’nin, misafir kaldığı bir evde, odada Kur’ân-ı Kerîm bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp yatmaması ve Yavuz Sultan Selîm Hân’ın mukaddes emânetleri büyük bir tâzim ile İstanbul’a getirip, 40 hafız tâyin ederek onların başında asırlarca sürecek bir sûrette inkıtâsız olarak Kur’ân-ı Kerîm okutması, bu ihtişâmın temel sâiklerindendir.

Allah -celle celâlühû-, kendisine, peygamberlerine ve velîlerine hürmet ve tâzimde bulunanları âbâd eylemiş, onların dâhil oldukları topluma dâimâ rahmet indirmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- içlerinde bulunduğu müddetçe, Mekke müşriklerine dahî azâb etmemiştir. Bu durum, Enfâl Sûresi’nin 33. âyetinde şöyle bildiriliyor:

وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَاَنْتَ ف۪يهِمْ

(Habîbim!) Sen aralarında bulundukça Allah onlara azâb etmeyecektir...”

Kıtlık Baş Gösterdi

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne-i Münevvere’ye hicret edince, Mekke’de büyük bir kıtlık başlamış, müşriklerin, açlıktan başlarını kaldırıp semâya bakacak tâkatleri kalmamıştı. Âdeta âmâlaşıp gökyüzünü beyaz bir bulut gibi görmüşlerdi. Çâresizlik içinde Medîne-i Münevvere’ye elçiler göndererek bu belânın kalkması için Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den yardım istemişlerdi.

Hükümdar Cebele'nin Hazin Sonu

Îkaz mâhiyetindeki bu tecellîler, istîdâdı olanlara hidâyet vesîlesi, aksine istîdâdı bulunmayanlar için ise, iki cihan bedbahtlığına sebep olur. Şu hâdise de oldukça ibretlidir:

Sûriye’de Gassânî Devleti’nin hükümdarı Cebele, Hazret-i Ömer zamanında Medîne’ye gelip müslüman oldu. Hac için ihrâma girdi. Tavaf esnâsında bir bedevî onun ipekli ihrâmına bastı. Cebele, hiddetinden bedevînin yüzüne bir tokat attı. Bedevî de Hazret-i Ömer’e gidip Cebele’yi şikâyet etti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Cebele’ye:

“­­–Ya hasmına diyet vererek onu râzı et! Veya o da senin yüzüne aynı şekilde vurarak hakkını alsın!” dedi.

Cebele:

“–Ben hükümdârım, o ise sıradan bir bedevîdir.” dedi.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–İslâm’da bunun yeri yoktur. İlâhî adâlet karşısında her ikiniz de eşitsiniz!” dedi.

Bu sefer Cebele:

“–Öyle ise bu akşam düşüneyim!” dedi.

Cebele, bedevîye bir kaç kuruş diyet verip râzı etmeyi bile gururuna yediremedi. O gece yanındakilerle birlikte kaçtı. Bizans’a sığındı ve irtidâd etti (dinden çıktı). Bir müddet sonra ise öldü. Gurûru, kendisini İslâm’ın nurlu yolundan uzaklaştırdı. Hayvânî bir hayatın nefsânî arzularına aldandı ve böylece ebedî olarak cehenneme mahkûm oldu.

Buna benzer bir misâl de şudur:

İran kisrâsı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm’a dâvet mektubunu yırttı. Edepsizce hakâret etti. Allah Teâlâ da onun mülkünü ve saltanatını paramparça etti. Harâbe hâline gelen saltanatı, târihe bir ibret levhası olarak geçti.

Hakikatten Uzak Kalanların Sonu

Peygamberlerin ve evliyânın hakîkatinden uzak kalmış, onlardan feyz alamamış, esrâr-ı ilâhîden nasipsiz olan ve şekilden öteye gidemeyen kimseler için Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“Sen, solmuş ve çürümüş bir gönlü teneşir tahtasına yatırıp taraf-ı ilâhîye götürüyorsun!..”

“Cenâb-ı Hak sana buyurdu ki:

«Ey küstah ve cür’etkâr! Burası kabir midir ki, huzûruma ölü bir kalp getiriyorsun?!.»

«Git de huzûruma esrâr-ı ilâhî ile diri olan bir gönül getir ki, dünyânın yeşillik ve gülistanlığı onun sâyesindedir...»”

Bu nükte dolayısıyla Yûnus Emre şöyle der:

Ben gelmedim dâvî için,

Benim işim sevî için,

Dostun evi gönüllerdir,

Gönüller yapmaya geldim...

Mevlânâ -kuddise sirruh-, insanın bu incelik ve hassâsiyete kavuşabilmesi için rûhî terbiyenin zarûrî olduğunu birçok beytinde tekrar eder. Meselâ bir beytinde:

“Kanatları henüz teşekkül etmemiş bir kuş yavrusu, uçmaya kalkışacak olsa düşer ve yırtıcı bir kedinin lokması olur... Kanatları teşekkül edince de yükseklere zahmetsizce uçar...” buyurur.

Diğer bir beytinde de maddî yüksekliğin, sırf hendesî bir gerçekten ibâret olduğunu, rûhî olgunluğun yanında çok cüce kaldığını şöyle ifâde eder:

“Göklerin sûret yüksekliği vardır. Fakat mânevî yükseklik ve hakîkî ulviyet, temiz olan ruhlara mahsustur...”

“Yüksekliğin sûreti cisimlerdedir. Cisimler ise, mânâya nisbetle isimden ibârettir...”

Yâ Rab! Kalplerimizi, Kur’ân-ı Kerîm’in nûrundan, Habîb’inin ve velîlerinin muhabbetinden ayırma!.. Âmîn…

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Mesnevî Bahçesinden BİR TESTİ SU, Erkam Yayınları