İslam, Mü'minlerden Şahsiyet İster

TARİHİMİZ

Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin, Altınoluk Dergisi'nin Kasım sayısında yayımlanan "Hayırlı Ümmet" başlıklı makalesini istifadelerinize sunuyoruz.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ

“Siz, insanlığın (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)

وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَاۤ اِلَى اللّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ اِنَّن۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ

(İnsanları Kurʼân ile) Allâhʼa çağıran, amel-i sâlih işleyen ve «Ben müslümanlardanım.» diyenden kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet, 33)

Hakîkî müslüman, İslâmʼı şahsiyet ve karakteriyle temsil edebilen insandır. İslâm, dâimâ bir “şahsiyet” ister müʼminden. Dîni temsil edebilmek de ancak güzel bir şahsiyetle olur.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dîni tebliğ etmeden evvel, kendi şahsiyetini tescil ettirdi. Bir gün Safâ Tepesi’ne çıkarak Kureyş kabîlesine seslendi. Onlar da bu dâvete icâbet ederek Safâ Tepesi’ne geldiler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yüksek bir kayanın üzerinden onlara hitâb etti:

“Ey Kureyş cemaati!

Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide size saldıracak ve mallarınızı gasbedecek düşman atlıları var desem, bana inanır mısınız?”

Onlar da hiç tereddüt etmeden:

“Evet inanırız! Çünkü (Sen el-Emîn ve es-Sâdıkʼsın) şimdiye kadar Senʼin yalan söylediğini hiç işitmedik. Senʼi hep doğru biri olarak tanıdık.” dediler… (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26; Müslim, Îmân, 348-355; Ahmed, I, 281-307)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, oraya gelmiş olan herkesten bu tasdîki aldı. Yani kendi şahsiyetini oradakilere tescil ettirdi. Bu tasdik ve tescilden sonra ilâhî hakikatleri tebliğ etmeye başladı.

İslâm, bu yüksek şahsiyetle tebliğe devam edildiği müddetçe; asr-ı saâdet, hulefâ-i râşidîn dönemi, Emevîlerin Ömer bin Abdülaziz devri, Endülüs-İspanyaʼnın ilk üç yüz senesi ve Osmanlıʼnın ilk üç asrında muhteşem bir fazîletler medeniyeti inşâ edildi.

İnsanlıkta medeniyet, ahlâkta medeniyet, ilimde medeniyet, ictimâî ve iktisâdî hayatta medeniyet, mîmârîde, edebiyatta müstesnâ bir medeniyet meydana geldi.

BU MEDENİYETİN İNSANLARINA DÂİR BİRKAÇ MİSAL

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-…

Hazret-i Ömer, îmân ile şereflenmezden evvel, mer­ha­met­ mahrumu, hak ve hu­kuk ta­nı­mayan câhiliye in­sa­nlarının tipik bir misâliydi. Îmanla şereflendiğinde ise, in­ce ruhlu, di­ğer­gâm, hikmet ehli, adâlet âbidesi bir insan hâline geldi. İslâm’dan evvelki sert ve haşin mizaçlı Ömer eriyip gitti; onun yerine gözü yaşlı, gönlü şefkat ve merhamet dolu, karıncayı dahî incitmekten sakınan, dâimâ ümmetin saâdetini düşünen, yüksek mes’ûliyet şuuruna sahip bir “Hazret-i Ömer” geldi.

“Fırat’ın kenarında bir kuzu zâyî olsa, bu sebeple Allâh’ın beni hesaba çekmesinden korkarım.” [1] diyerek kendisini sürekli bir nefis muhâsebesine tâbî tuttu. Geceleri sırtında erzak çuvalı ile, mahalleleri dolaşıp zayıfların, muhtaçların yanıbaşında bulundu. Yetimlerin, öksüzlerin ve kimsesizlerin kimsesi oldu. Kırık gönülleri tesellî etmeden, onların gözyaşlarını silmeden, onlara tebessüm ettirmeden gönlü huzur bulmadı.

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-…

Hazret-i Ömerʼin torunu olan, İslâm tarihinde beşinci râşid hâlife sayılan Ömer bin Abdülaziz’in gönül dünyasını yansıtan bir hâlini, hanımı Fâtıma şöyle naklediyor:

“Bir gün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona, niçin bu hâlde olduğunu sordum. Bana dedi ki:

«Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükü benim omuzlarımda. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, giyecek elbisesi olmayanlar, boynu bükük yetimler, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyârındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar, âile efrâdı kalabalık olan fakir âile reisleri…

Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe, yükümün altında eziliyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim?!.» (İbn-i Kesîr, 9/201)

İşte ümmetin derdiyle dertlenen, onların huzur ve saâdeti için kendi huzurunu terk eden fedâkâr gönüllerle, müstesnâ bir fazîletler medeniyeti inşâ edildi. O medeniyette zenginler, zekât verecek fakir bulamadılar. Zira onlar, “komşusu açken tok yatamayan” hayırlı ümmet idiler.

Dipnot: [1] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 153.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Kasım 2014, Sayı: 345, Sayfa: 032