İnsanlar Tuhaftır!

EZCÜMLE

İnsan ne tuhaftır ki verilen nimetlerin kıymetini ancak kaybedince anlar. Çocukken çabuk büyümek ister, büyüdüğünde çocukluğunu özler. İnsan ne tuhaftır ki yarının endişesiyle elindeki en değerli nimet olan bugününü heba eder. İnsan ne tuhaftır ki çevresinde, yakınlarında hastalıkları, ölümü görür de ibret almak yerine hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar. Allah’tan gafil olarak yaşamak ise hesap gününü göz ardı ederek gaflet deryasında boğulmak değil midir?

Ne tuhaftır insan… Kendine verilen nimetlerin hiç farkına varmaz. Onları nimet olarak görmez. Gözü hep daha fazlada, daha yukarılardadır. Bu konuda Allah Rasûlü (s.a.v)’in: “İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa bir vadi daha ister.” (Buhari) hadisi ne kadar anlamlıdır düşünenler için. Maalesef insanın hırsları, arzuları bitmez, tükenmez.

İNSAN NE TUHAFTIR!

İnsan ne tuhaftır ki verilen nimetlerin kıymetini ancak kaybedince anlar. Çocukken çabuk büyümek ister, büyüdüğünde çocukluğunu özler. İnsan ne tuhaftır ki yarının endişesiyle elindeki en değerli nimet olan bugününü heba eder. İnsan ne tuhaftır ki çevresinde, yakınlarında hastalıkları, ölümü görür de ibret almak yerine hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar. Allah’tan gafil olarak yaşamak ise hesap gününü göz ardı ederek gaflet deryasında boğulmak değil midir?

Dünya malı uğrunda ya da makam şöhret peşinde koşarken sağlığından vaz geçer de iyileşmek için tüm kazandıklarını vermeye razı olur. Dünya zevk ve lezzetleri hayatında önemli yer tutar da, onu yoktan var eden, hayat bahşeden Rabbini unutur. Kur’an-ı Kerim’de de “Ey insan. Lütuf ve keremi bol yüce Rabbin hakkında seni yanıltıp aldatan ne oldu?” (İnfitar, 6) buyrulmaktadır.

Nefis insana en küçük çıkarları hatırlatır da ona tüm nimetlerin sahibini, her nefesle yeniden can veren Yaratıcısını aklına getirmez. Rabbin verdiği nimetlere alışan insan, sanki kendine verilenler nimet değil de müktesep hakmış gibi görür. Hâlbuki sayılamayacak kadar çok nimetler lütfedilmiş bizlere. Ve hepsi ayrı birer şükür sebebidir. Elindeki nimetlerin sahibi olduğunu düşündüğü için sorumluluk da hissetmez. Nimetlerin farkına varmamak, kendinden bilmek ve nimeti veren asıl sahibini unutmak ne vahim bir görmezliktir, nasıl bir tuhaflıktır…

Günlük rutinden sıkılır, yeni arayışlara girer, hem yaşadığı anı hem geleceğini zayi eder. Yaz gelince kışı özlemesi, kışın da yaza hasret duyması bu yüzdendir. Bu yüzden ne yazık ki hep kaçırır o güzel baharı. Ne bu günü ne de yarını hakkıyla yaşayamaz. Hayatının son gününün belki de bu gün olduğu hiç aklına gelmediği için, ya da henüz erken olduğunu düşündüğü için ölüm meleği ile olan randevusunu da unutmuştur. O gün kapısı çalınır. Ölüm hayatın içindeki yerini alır. Tüm tatlar, arzular kül olur da geriye günahların isi ve dumanı kalır.

Sonsuzluk yolculuğunun bekleme taşlarıdır mezar. Bu taşlar insana ibret alacağı nice dersler verir. “Musalla taşındaki bir cenaze, kürsüye çıkmış en büyük hatiptir” der Hekimoğlu İsmail. Nitekim bir kabristana gittiğimizde bizden çok daha küçük yaşlarda vefat etmiş nicelerinin mezarlarıyla karşılaşabiliriz. “Demek ki ölümün de ahirete hazırlığın da yaşı yoktur. Bu nedenle namazı, orucu, haccı, tövbeyi, salih amelleri, hayır hasenatı velhasıl takva üzere bir kulluğu, gelip gelmeyeceği meçhul yarınlara bırakmak büyük bir hüsran sebebidir.” (O. N. Topbaş)

Bu hüsranı yaşamamak için uyanmak, hazırlık yapmak, tefekkür etmek gerekir. Hayat bir uykudur, ölünce uyanırmış insan derler ya, bizde ölmeden önce uyanalım, akledelim, tefekkür edelim.

Uyanıp gerçek saadeti bulanlara ne güzel bir örnek:

Selahaddin Eyyubi ölüm döşeğindeydi. Kendisinden sonra yerine geçecek olan oğlu Melik Efdal’i yanına çağırdı ve ona şunları nasihat etti:

“Evladım, sana bütün iyiliklerin kendisinden geldiği Allah’tan, O’nun korkusundan, gösterdiği doğrudan ve doğru yoldan ayrılmamayı vasiyet ederim.

Allah’ın emirlerini yerine getirmekte elin gevşek olmasın ve kusur işlemeyesin. Bilesin ki kurtuluş ancak bundadır.

Kimsenin kanıyla ellerini kirletme. Halkının emniyeti ve saadeti için çalış. Onları Allah’ın sana bir emaneti bil. Komutanlarına değer ver. Arkadaşlarını koru.

Herkesin bir gün öleceğini aklından çıkarma. Kimsenin hakkını zayi etme. Kul hakkı, kul affetmedikçe kalkmaz.”

Bu nasihatlerden sonra etrafında bulunanlardan şunu istedi:

“Kefenimi bir mızrağın ucuna bağlayıp tellalın eline vereceksin. O, sokak sokak gezecek ve halka şöyle bağıracak:

“İşte ey ahali! Bu, Kudüs fatihi Selahaddin Eyyubi’nin kefenidir… Dünyadan sadece bu kefenle gidecektir. Bundan gayrı mal, mülk, mevki ve makam ölüm kapısından öteye geçmeyecektir. Bakın ve ibret alın.”

Her anını gereği gibi yaşamaya çalışmak aslında insan için hem geçmişi hem geleceği kucaklayan büyük bir hazinedir. Ne keşkelerle geçmişimiz değişir ne de arzularımızla gelecek şekillenir. Biliyoruz ki geçmiş de gelecek de içinde bulunduğumuz anı nasıl değerlendirdiğimize göre tecelli edecektir.

İbnü’l vakt, nitelikli insan olma ufkunda değerli bir hedeftir. Bir başka deyişle; içinde bulunduğumuz anda en değerli iş hangisi ise onunla uğraşmak, tek nefesi bile boşa harcamamak gerekir. Her nefesin kıymetini bilen kimse mazi endişesinden ve istikbal telaşesinden kurtulmuş olur. Bu şuurla yaşayıp ömrümüzün her anını değerlendirme gayretinde olursak, geçmişin de geleceğin de hakkını vermiş oluruz.

Kaynak: Emel Sözcüer, Altınoluk Dergisi, Sayı: 447