İnsanı İnsan Yapan Eğitim

HAYATIMIZ

Cenâb-ı Hak, yerleri ve gökleri insanın hizmetine sunmuştur. İnsanı da bu eşya ve kendisi karşısında sorumsuz ve başıboş bırakmamıştır. Yani Allâh, hem kâinâta hem de insana ilâhî kanunlarla yön vermiştir. Böylece o, bu imtihan hayatının, tatlı bir hürriyet ve mes’ûliyet dengesi içinde yaşanmasını takdir buyurmuştur.

Âyet-i kerîmede bu gerçek şöyle ifâde edilir:

Allâh göğü yükseltti ve mîzanı (dengeyi) koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” (er-Rahmân, 7-8)

Bu demektir ki insan, kâinâttaki ilâhî âhenk ile bütünleşmelidir. Nasıl ki şu engin kâinât âleminde en ufak bir nizamsızlık olmuyorsa, insanın, Allâh’a olan bağlılık ve yolculuğunda da haktan sapma olmamalıdır. Ârifler, bir ömür, işte bu mîzan içerisinde yaşayabilen kimselerdir.

HER İNSANIN YAPISINDA HAYRIN VE ŞERRİN GÜCÜ VARDIR

Onlar, iki âlemin de en bahtiyar kullarıdır. Ancak fânî lezzetlere ve gel-geç sevdâlara kapılarak dengesiz yaşayanlar, bu âleme geliş ve gidiş sırrından gâfil kimselerdir. Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın kâinâttaki ilâhî nizam ve sanatıyla bütünleşememiş, yüce âhengi kavrayamamışlardır. Çok yazık ki, ömürleri, derin bir gaflet ve aldanış girdabında geçer, ahretleri ise büyük bir hüsran olur.

Bu meselenin îzahı, insan vâkıâsında (gerçeğinde) gizlidir. Şu bir hakîkattir ki insan, bu dünyaya imtihan için gönderildiğinden hayra da şerre de müsait yaratılmıştır. Çünkü imtihan, ancak doğruya da yanlışa da muktedir olmayı (güç yetirebilmeyi) gerektirir.

Dolayısıyla insan ömrü, iç ve dış âlemde devamlı olarak hayır ve şerrin mücâdelesi ile geçer. Çünkü ikisi de insan yapısında hüküm sürmek ister. Yani içimizde hayrın gücü olduğu kadar şerrin (terbiye olmamış nefsin) de bir gücü vardır. Bu mücâdelede hayrın üstün gelmesi için sadece akıl, idrâk, iz’an ve irâde gibi melekelerimiz kâfî değildir. Şâyet bunlar yeterli olsaydı, Allâh, ilk insan olarak yarattığı Hazret-i Âdem’i peygamberlikle teyid etmezdi.

Ona, insanları dünya ve âhiret saâdetine nâil edecek ilâhî hakîkatleri tebliğ buyurmazdı. Ancak Allâh Teâlâ, insanoğlunu her zaman ilâhî vahiyle ve peygamberleriyle Hakk’a yönlendirmiştir. Aklı da gönlü de takviye edici kitaplar göndermiş, kullarını mânevî terbiyeye tâbî tutmuştur.

AKIL VAHYİN KONTROLÜNDE OLMALI

Çünkü akıl, iki ağızlı bir bıçak gibidir; insana terör de yaptırır, sâlih ameller de işletir. İnsan, “ahsen-i takvîm”e yani kulun varabileceği en yüksek seviyeye aklın yardımı ile ulaşır. Fakat çoğu kez “bel hüm edall”e, yani idrâk bakımından hayvandan da aşağı bir seviyeye de yine akıl yüzünden düşer. O hâlde aklın, disiplin altına alınması gerekir. O disiplin de vahiy terbiyesidir, peygamberlerin irşâdıdır. Eğer akıl, vahyin kontrolünde ise, insanı selâmete götürür. Fakat, vahyin kılavuzluğundan mahrum bırakılırsa, acıklı bir âkıbete sebebiyet verebilir.

Tarihte pek çok zâlim vardır ki aklın zirvesindedir. Fakat nice haksızlıklar ve katliamlar yapmışlardır da en ufak bir vicdan azâbı bile duymamışlardır. Çünkü yaptıkları zulümler onlara göre en akıllıca hareketlerdir. Meselâ Hülâgu, Bağdat’a girip Dicle’nin sularında 400 bin mâsum insanı boğdu, ancak hiçbir vicdân azâbı duymadı. Yine İslâm’dan önce Mekke devrinde babalar, anne yüreklerini çıldırtan sessiz feryadlar arasında kız çocuklarını diri diri gömmeye götürürlerdi. Bir köleyi veya bir odunu kesmek onların akıl ölçülerine göre aynı şeydi. Hattâ bunu çok normal ve meşrû hakları olarak görürlerdi.

O insanlarda da bizim gibi akıl ve his vardı. Fakat tersine çalışan bir çarkın dişlileri gibiydi. Beklenenin aksine faâliyet göstermekteydi.

İNSAN YÖNLENDİRİLMEYE MUHTAÇTIR

Bütün bunlar gösteriyor ki insanoğlu, yaratılışından gelen olumlu ve olumsuz temâyül ve istekler bakımından irşâda, eğitime ve yönlendirilmeye muhtaç bir varlıktır.

Ancak bu yönlendirmenin de yaratılışa uygun olması şarttır. Bu da vahiy terbiyesi, yani peygamberlerin tebliğ ve irşâdı ile mümkündür. Aksi hâlde yani yaratılışımıza uygun olmayan şekillerde bir yönlendirme olursa, bu, tamamen şer ve kötülük sebebi olur.

İnsanın yapısında hangi özellik hâkim olursa, zıddı olan özelliği yok edici bir rol üstlenir. Eğer hayır üstünse, şerri tesirsiz hâle getirir. Şer üstünse hayrı boğmaya çalışır. Böylece insanın iç mücadelesi bir ömür sürüp gider. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, peygamberleri ve velileri birer hidâyet ve eğitim rehberi olarak insanlığa ayrıca lutfetmiştir. Ancak o mâhir, feyizli ve bereketli mübârek ellerde eğitilen insanlar, yapılarındaki güzellikleri inkişaf ettirebilmişlerdir. Kış gibi donuk özellikleri bahar gibi gülistana dönüşmüştür. Öyle ki kız çocuklarını diri diri toprağa gömen yarı vahşî câhiliye insanları, Peygamber Efendimiz(s.a.v)’in irşâdı sayesinde beşeriyetin en kıymetli şahsiyetleri olmuşlardır.

VARLIKLAR ARASINDA EN ÇOK TERBİYEYE MUHTAÇ OLAN İNSANDIR

Zaten insanlar, peygamberlerin irşâdına uydukları takdirde Allâh’ın râzı olduğu bir kul olur ve medhe şâyân hâle gelirler. Yoksa nefis ve ruh mücadelesinde ilâhî imtihanı kaybedenler, aşağıların en aşağısı bir seviyeye düşerler. Nitekim dünya hayatı da, insanoğlunun, işte bu iki hedeften hangisini gerçekleştireceğini tespit için var edilmiştir. İnsan, içindeki müsbet veya menfî temâyülleri kendi irâdesiyle bu ikisinden birine yönlendirecektir. Bu yöneliş de, nefisle ruh mücâdelesinin netîcesine göre gerçekleşecektir. Ancak bu gerçekleşirken de insanlar pek çok tesir altında kalırlar. İnsan, gül bahçesi içinde ise güzel kokulara bürünür. Tersi yerlerde ise kötü kokulara bulaşır. Çevresinin yansımaları mutlaka üzerinde görülür. İşte bu yüzden varlıklar arasında irşâd, terbiye ve tezkiyeye en çok muhtaç olanlar, insanlardır.

KARAKTERİNİ HAYVANİ DUYGULARDAN TEMİZLE

İnsanın şu fânî hayatını ziyân ederek sefâlete düşmesi, zâhirinde ve bâtınında yaşadığı, içinden çıkılması çetin tenâkuzlardan (çelişkilerden) ileri gelir. Aslında bu tenâkuzlar, insanda, Allâh’a yaklaştıran en üstün fazîletler ile onu yaratılış maksadından uzaklaştıran en düşük hayvânî rezilliklerin bir arada bulunmasından kaynaklanır.

Bu îtibarla terbiye olmamış ve gönül âlemleri huzûra kavuşmamış insanların iç dünyaları, sanki birçok hayvanın barındığı bir ormana benzer. Mizaçlarına göre her birinde âdeta bir hayvanın karakteri gizlidir. Kimi tilki gibi kurnaz, kimi sırtlan gibi yırtıcı, kimi karınca gibi muhteris bir biriktirici, kimi de yılan gibi zehirleyicidir. Kimi okşayarak ısırır, kimi sülük gibi kan emer, kimi önden güler arkadan kuyu kazar. Bunların her biri ayrı ayrı hayvanlarda bulunan karakterlerdir.

Kendini mânevî bir terbiye ile nefsinin sultasından kurtaramamış, dolayısıyla sağlam bir karakter inşâ edememiş insan, böyle sefih huyların çemberi içindedir. Kiminde bir hayvanın, kiminde ise birkaç hayvanın karakteri hâkimdir. Üstelik, sîretleri sûretlerine de aksettiğinden, o karakterleri sezmek, ehli için zor değildir. Zaten onların davranışları, iç dünyalarını aksettiren ve aslâ yalan söylemeyen aynalar gibidir.

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Peygamber Mesleğ; İnsanın Eğitimi, Yüzakı Yayıncılık, 2011, İstanbul