Îmanını Nasıl İspatlarsın?

İMAN

Her iddiâ, ispata muhtaçtır; ispat ise delil ve şâhitlere... İnsanın Allâh’ın huzurundaki en büyük iddiâsı, O’na îmân ettiğini söylemesidir. Bu iddiânın ispatı, hayat boyunca sergilenecek olan sâlih ameller ve istikâmet üzere bir yaşayıştır.

ALLAH'IN KALBİNİ NURLANDIRDIĞI SAHABE

Rivâyete göre Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından Hârise’ye:

–Ey Hârise, nasıl sabahladın?” diye sordu.

Hârise -radıyallâhu anh-:

–Hakîkî bir mü’min olarak!” cevâbını verdi.

Bu defa Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

–Ey Hârise! Her hâl ve hakîkatin bir ispatı vardır.

Senin îmânının hakîkatinin ispatı nedir?” buyurdu.

Hârise -radıyallâhu anh-:

–Yâ Rasûlâllah! Dünyadan el-etek çekince, gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz hâle geldi. Rabbimin Arş’ını açıkça görür gibi oldum. Birbirlerini ziyâret eden cennet ehli ile, yekdiğerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim.” dedi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

–Tamam yâ Hârise! Bu hâlini muhâfaza et! Sen Allâh’ın, kalbini nurlandırdığı bir kimsesin.” buyurdu. (Heysemî, Mecmau’z- Zevâid, I, 57)

Başka bir rivâyette de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Hârise’nin bu hâlini ve kulluktaki samimiyetini şöyle tasdik etmiştir:

Bir kimse, Allah tarafından kalbi nurlandırılmış bir şahsı görmek isterse Hârise’ ye baksın.” (İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 289)

Îman; dil ile ikrarla birlikte zihinle değil, kalp ile tasdik olarak târif edilmiştir. Kalp ile tasdik, kendini davranışlarda, yani amel-i sâlihlerde gösterir.

YAPMIŞ OLDUĞUN İŞ İMAN SEVİYENİ GÖSTERİR

Îman bir muhabbettir. Muhabbetin ölçüsü, fedâkârlıktır. Îmandaki samimiyet, Allah yolundaki fedâkârlık nisbetindedir. Yani herkesin îman seviyesini gösteren ayna, yapmış olduğu işlerdir; sadece sözde kalan laf kalabalığı değil... Bu sebeple şâir:

Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.” demiştir.

Yine îmânın kemâli, “takvâ” ile yaşanan bir kalbî hayata bağlıdır. Takvâ ise; Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden kalbi koruma, nefsânî arzuları dizginleyip rûhânî istîdatları yükselterek Hakk’a güzel bir kul ve dost olabilme sanatıdır. Yine takvâ, her hâl ve hareketinde Allâh’ın gazabından ve azâbından sakınarak rahmetinin gölgesine sığınmaya gayret etmektir. Dînin hükümlerini, heyecan, vecd ve istiğrak içinde îfâ etmektir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

…Siz takvâ sahibi olun, Allah size (bilmediğinizi) öğretir…” (el-Bakara, 282) Yani Cenâb-ı Hak, kulunun takvâsı ölçüsünde ona ilim ve irfan bahşeder, kulunun gönül âleminden mârifetullah iklîmine pencereler açar.

Kulun îmandaki sadâkati, hayatı boyunca yaşadığı pek çok imtihan ile ortaya çıkar. Bu husûsu Cenâb-ı Hak, şöyle haber vermiştir:

İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îmân ettik» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (el-Ankebût, 2-3)

Nasıl ki, altın cevherinin saflığı, çeşitli derecelerde harârete tâbî tutulmasıyla ortaya çıkarsa, îman da çeşitli musîbet ve felâketler karşısında, sabır, tevekkül, rızâ ve teslîmiyet gösterip kalbî muvâzeneyi/dengeyi korumakla anlaşılır.

Bu yönüyle mü’min, mâdenler içinde altın gibidir. Çamura da düşse, kıymet ve sâfiyetinden bir şey kaybolmaz. Tıpkı Âsiye vâlidemiz gibi… O sâliha hanım, zâlim Firavun’un zevcesi olduğu hâlde, kalbindeki ihlâs, sadâkat ve takvâsı, îmânını korudu. Canını fedâ etti de, îmânından tâviz vermedi.

Gerçek mü’minler de, lutuf veya kahır sûretindeki her türlü ilâhî imtihan karşısında kulluk şuurunu ve mânevî istikrârı muhâfaza ederler. Kalplerindeki îman cevherinin temizliği nisbetinde, dâimâ sâlih ve sâdıklarla hemhâl olurlar.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hakîkate şu teşbihlerle işâret buyurmuşlardır:

Mü’min, bal arısına benzer. Temiz olanı yer (helâl yer), temiz olan şeyler ortaya koyar (Hakk’ın rızâsına uygun işler yapar), temiz yerlere konar (sâlih ve sâdık kişilerle görüşür) ve konduğu yeri ne kırar ne de bozar.” (Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147)

Yine îman, kimi zaman lutuf, kimi zamansa kahır tecellîleri ile imtihana tâbî tutulur. Kahır tecellîleri karşısında sabredip esbâba tevessül şartıyla rızâ göstermek, Allâh’ın rızâsına vesîle olur. Bunun zıddına, isyan etmek ise kulu mânen helâke götürür.

Lutuf tecellîleri ile imtihan da böyledir. Nâil olunan lutufları da Allah’tan bilip şükretmek, tevâzu ve mahviyet göstermek îcâb ederken, bunun zıddına Kârun gibi nîmetleri kendine izâfe ederek kibir ve gurura kapılmak, mânen helâk sebebidir. Bütün bunlar, kulun îmandaki sadâkatini yoklayan birer imtihandan ibârettir.

ESAS HAYAT AHİRET HAYATIDIR

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ilâhî imtihan tecellîleri karşısındaki hâli, bizler için en güzel örnektir.

İslâm’ın küfre karşı ilk büyük darbesi olan Bedir zaferinden sonra, mü’minlerin kalbinde bir enâniyet duygusu meydana gelmemesi için Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:

(Ey Rasûlüm! O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.” (el-Enfâl, 17)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- fethettiği Mekke şehrine girerken, muzaffer bir kumandan olduğu hâlde, devesinin üzerinde secde vaziyetinde, tevâzu ve mahviyet içerisinde idi. O büyük zafer ânında mübârek dilinden; “Esas hayat, ahret hayatıdır.” cümlesi işitiliyordu. Bu muvaffakıyetin Allâh’ın bir lutfu olduğunu telkîn ederek nefsânî bir iftihar meyline set çekiyordu.

O hâlde her birimiz “Âmentü billâh / Allâh’a îmân ettim” dediğimizde, onun îcaplarını da hayatımıza geçirmeliyiz. İlâhî imtihan tecellîlerine îman muktezâsı karşılıklar verebilmenin gayreti içinde olmalıyız. Fakat neticede gayretimizin de kâfî gelmeyeceğini bilerek dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın af, merhamet, lutuf ve yardımına sığınmalıyız.

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Bir Nasihat Binbir İbret, Erkam Yayınları, 2013, İstanbul