Îmânımızı Nasıl Tazeleriz?

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, bu haftaki sohbetlerinde Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in “Kelime-i tevhîdle îmânınız tazeleyin...” (Bkz. Ahmed, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657) hadis-i şerifinden bahsediyor.

“KELİME-İ TEVHÎD İLE ÎMÂNINIZI TAZELEYİN”

Cenâb-ı Hak bizden, bütün bu emirleri istiyor, ibadetleri. Bir de ilâveten Rasûlullah Efendimizʼe;

“…Sen umulur ki makâm-ı mahmûdʼa en büyük makama yükseltileceksin.” diyor. (Bkz. İsrâ, 79)

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17])

Seherlerde uyanıklık istiyor. Seherlerde fedakârlık istiyor. Bir havanın loş karanlığında Cenâb-ı Hak kendisiyle beraber olmasını kulunun istiyor. Orada bir istiğfar etmesini, kapıları açıyor.

Salevât-ı şerîfe; Rasûlullah Efendimizʼi hatırlaması.

Kelime-i tevhîd:

“Kelime-i tevhîdle îmânınız tazeleyin...” buyuruyor Rasûlullah Efendimiz. (Bkz. Ahmed, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657)

Ölümü tefekkür… İçimizdeki cihazları canlandırma zikirle.

Güne bu şekilde bir, rûhânî şekilde girebilmek. Gündüz de o istikâmette gidebilmek, sâlihlerle sâdıklarla beraber olabilmek.

سُجَّدًا وَقِيَامًا

(“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64]) buyuruyor.

سَاجِدًا وَقَائِمًا

(“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9]) buyuruyor.

Bu gece hayatına Efendimiz çok ehemmiyet veriyor.

Diğer bir husus:

Rahmetin gönle yansıması:

Müʼmin, Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanacak. Yaratan Allah. Mahlûkâtını seven Allah. Cenâb-ı Hak “Rahman” sıfatını bildiriyor. Bütün mahlûkâta merhametli. Kendisini inkâr edenlere dahî rızkını veriyor.

Müʼmin yumuşak gönüllü olacak. Tebessüm sergileyecek. Aslâ kalp kırmayacak ve Allah rızâsı için affedebilmenin zirvesine erişecek.

Zira Cenâb-ı Hak:

“…Sizi Allâhʼın affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) buyuruyor.

Yalnız müʼmin kendini düşünen hodgâm bir insan olmayacak. Kardeşi için ferâgat eden, diğergâm, îsar sahibi bir insan olacak.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- yardımcısıyla Kudüsʼe giriyordu, sıra yardımcısına geldi, köleye geldi:

“‒Bin.” dedi. “Atla deveye.” dedi.

“‒Yâ Halife!” dedi. “Beni herkes halife zanneder.”

“‒Yok!” dedi. “Sıra sende.” dedi. Bir îsar hâli…

Yine Seleme isimli biri yolda duruyordu. Yolu kapatıyordu durup. Gidenler yandan geçiyorlardı.

(Hazret-i Ömer) asâsıyla:

“‒Şöyle kenara çekil!” dedi. Şöyle hafifçe vurdu. “Kenara çekil!” dedi. “Müʼminlerin yolunu kapatma.” dedi.

Ertesi sene Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Selemeʼyi görüyor.

“‒Seleme!” diyor, “Sen bu sene hacca gidecek misin?” diyor.

“‒Gideceğim.” diyor.

“‒Gel eve.” diyor. 600 dinar veriyor.

“‒Halife! Bu nereden çıktı?” diyor.

“‒Geçen sene (diyor), sen (diyor), yolu kapatmıştın, sana asâ ile şöyle kenara çekilmen için bir vurdum hafifçe (diyor). Onun bedeli olarak bunu veriyorum.” diyor.

“‒Halife!” diyor. “Ben bunu unuttum çoktan.” diyor.

“‒Yok, ben unutmadım.” diyor.

Nasıl bir kul hakkına îtinâ... Buna benzer çok misaller.

Velhâsıl, müʼminin rûhu, hak, hukuk ve merhametle yoğrulacak. Rûhundan rahmet taşıracak. Hattâ merhametten nasibi olmayan bir kimseye de merhamet edecek. Ona bir cankurtaran simidi atacak. Günaha olan nefreti günahkâra taşırmayacak. Onu kurtarmaya çalışacak.

Hattâ ecdâdımız da, bu, pâdişah Cuma selâmlığına giderken, Cuma namazına, halk toplanırdı:

“‒Pâdişâhım çok yaşa!” derdi. Fakat arkadan da:

“‒Pâdişâhım gururlanma, senden büyük Allah var!” derlerdi.

Velhâsıl kul, meşrû muhabbetler, evlât, eş muhabbeti, Allah yolunda olacak. Bunlar bir merdiven olacak, basamak olacak. Bu muhabbet Cenâb-ı Hakkʼa kavuşturacak.

Velhâsıl insan çorak bir insan olmayacak. Çorak insan olmayacak. Rahmet insanı olacak. Nasıl yağmura “rahmet yağdı” diyorlar, rahmet tevzî edecek. Yağmur gibi girdiği her yere hayat verecek. Güneş gibi en kuytu, en ücrâ köşeleri dahî aydınlatacak bir müʼmin. İnsan, hayvan, nebâtat ve onunla hepsine hayat verecek.

Müʼminin rahmetinin diliyle yansıması:

Müʼminin dili bir rahmet dili olacak. Gönülleri ihyâ edecek. Aslâ incitmeyecek. Hiçbir zaman gönüllere diken batırmayacak. Dîni latîf bir, yumuşak bir dille dîni anlatacak. Dîni sevdirecek. İslâmʼın dâimâ tebessümünü aksettirecek.

Cenâb-ı Hak:

قَوْلًا كَرِيمًا buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 23) İkramkâr konuş diyor, iltifatkâr konuş diyor.

قَوْلًا مَيْسُورًا gönül alıcı konuş diyor. (Bkz. el-İsrâ, 28) Boş çevirme diyor. Onun rûhuna bir huzur hâli ver. Hiçbir şey veremiyorsan ona birkaç tane tatlı söz söyle, buyuruyor.

قَوْلًا مَعْرُوفًا buyuruyor. (bkz. el-Ahzâb, 32) Güzel sözle, tatlı dille konuş buyuruyor.

قَوْلًا مَعْرُوفًا buyuruyor. Yerinde konuş diyor. Uygun bir söz söyle diyor. Lüzumsuz konuşma diyor.

قَوْلًا لَيِّنًا (Bkz. Tâhâ, 44) diyor. Bir zâlime bile yumuşak olarak, suyun akışı gibi ifade et ki belki yumuşar o. قَوْلًا لَيِّنًا buyuruyor.

Demek ki nâzik bir dili olacak müʼminin, latîf bir dili olacak. Aslâ kaba-saba olmayacak.

Yine Cenâb-ı Hak misal veriyor:

“…Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokmân, 19) diyor. Hiç kimse merkebin sesini dinleyeyim demiyor. Çünkü tırmalar. Bir kulun da ifadeleri tırmalamayacak, huzur verecek. İncitici, ezâ verici değil, gönle şifa ve hâli ıslâh edici olacak. İtici değil, cezbedici dili olacak.

Mevlânâ:

“Tatlı suyun başı diyor kalabalık olur.” diyor.

Bu tatlı dil, bir tatlı suyun başı gibi olacak. İmhâ eden değil, inşâ eden bir dil olacak. Münâkaşa çıkaran, savaş çıkaran değil, sulh ve selâmet, ülfet ettiren dil olacak.

Bir câhile karşı “سَلَامًا” denilip geçilecek. (Bkz. el-Furkân, 63) Suyun akışı gibi gönüllere huzur verecek. İşte bu dil rahmet taşıracak.

“رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet)in ümmetinin dili bu şekilde olacak.

Rahmetin göze yansıması:

Müʼmin hiçbir zaman bir ibâdullâhʼı, bir Allâhʼın kulunu istihkār etmeyecek, küçük görmeyecek, alay etmeyecek, istihfâf/hafife almayacak.

Bakışları şefkat ve rahmet dolu, merhamet dolu olacak. Garibi, kimsesizi, yalnızı, bîçâreyi… Cenâb-ı Hak:

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor. Kalbi röntgen hâline gelecek. Müsbet nazarla pozitif enerji yükleyecek ona. Yani nazarı onu ihyâ edecek.

Haset dolu bir bakış olmayacak. Yani “nazar değdi” (denilir) halk tarafından. Nedir bu “nazar değdi”, niye nazar değer? O bakış eğer haset doluysa o bakış hastalık eder. İhtiras dolu bir bakış, kıskanan bir bakış, hasta eder.

Her insanın nazarı, kalbinin rengine göre tecellî eder. Bu sebeple merhametle yoğrulan bir kalbin nazarı, baktığı kimseye rahmet olur. İşte evliyâullâhʼın büyüklerinin nazarı… Gönlü haset hastalığına tutulmuş muhteris kimsenin nazarı ise karşısındaki insanı hasta eder.

Rahmetin ele yansıması:

Bir müʼmin, rahmet müʼminin, rahmet tevzî edecek, hizmet ehli olacak. Zira îmânın en büyük meyvesi merhamettir. Onun neticesi hizmettir. Merhamet etmek, acıyabilmek, Allâhʼın büyük bir lûtfudur. Zira yalnızca sırf kendi menfaati için yaşayan insanlar için kalp, izʼan ve vicdandan söz edilemez.

Hadîs-i şerîfte:

“Yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” buyruluyor. (Ebû Dâvûd, Edeb, 58)

Bütün mahlûkâta bakış tarzı, yılana dahî rahmetin, bir şefkat dolu nazarla bakış. Mücrimi bile, yaralı bir kuş gibi alabilmek. İşte Cenâb-ı Hak…

(Hadîs-i şerîfte) bir mücrim diyor, kuyuya indi diyor, ayakkabısını çıkardı diyor, su doldurdu diyor, bir köpeğe su verdi diyor, Allah onu affetti buyuruyor. Bir ibadetli kadın da hayvanını diyor, kedisini aç bıraktı, Cehennemlik oldu buyuruyor. (Bkz. Müslim, Selâm, 151-153)

Allâhʼın rahmeti bâzen ufak, bazen büyük, bazen küçük bir şeyde. Allâhʼın gadabı da öyle. Demek ki:

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

(“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” [ez-Zilzâl, 7-8])

En ufak bir hayır ihmâl edilmeyecek. En büyük şerden de kalp kaçacak.

İşte Efendimizʼin 23 senelik peygamberlik hayatı, bir merhamet tevziiydi. Câhiliye devri bir terör devriydi. O kan gölüne dönmüş çöller Efendimizʼle huzur buldu. Köleler huzur buldu. Hayvanlar huzur buldu. Nebâtat huzur buldu.

Abdullah bin Câfer, bir yerde bir köle görüyor. Önünde bir köpek, ekmeğini paylaşıyor.

“‒Ne yapıyorsun?” diyor.

“‒Bu hayvan (diyor), aç bir hayvan (diyor), buranın hayvanı değil (diyor), uzaktan geldi (diyor). Allâhʼın bu da bir mahlûkudur (diyor). Beni yaratan Allah o hayvanı yaratan aynı Allahʼtır (diyor). Onun için ben onu doyuruyorum.” diyor.

“‒Peki sen ne yiyeceksin bugün?” diyor.

“‒Ben (diyor), sabredeceğim bugün.” diyor.

Abdullah bin Câfer hayran oluyor.

“‒Aman (diyor) burada dur (diyor). Senin kim sahibin?” diyor. Gidiyor onu satın alıyor:

“‒Bu araziyi de sana hibe ettim (diyor). Çünkü bana en güzel bir örnek oldun.” diyor. Yani Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı…

Rahmetin makâma yansıması:

İnsanlara yapılan muâmele, statüye göre değil, hâle göre yapılacak. Bu sebeple zengin, yanına fakir ve muhtaçların, yanına çekinmeden ihtiyaçlarını arz etmek için girebildiği bir makam olmalı.

Efendimizʼin yanına bir köle girerdi, bir garip girerdi. Herkes derdini anlatırdı. Kimseye “hâyır” denmezdi. Kimseye çıkmaz sokak gösterilmezdi.

Velhâsıl bulunduğu makamı kibirlenmek için değil, adâlet, hizmet, merhamet tevzî etmek, hizmet için bir nîmet vesîlesi bilebilmek.

Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz halife oldu. Hutbeye çıktı:

“‒Ahâli! (dedi), sizin en hayırlınız ben değilim.” dedi. Ne kadar bir tevâzu… Hâlbuki “ikinin ikincisi”, Kurʼân-ı Kerîmʼde geçiyor.

“‒Beni (diyor), bir yanlışım olursa beni düzeltin (diyor), îkaz edin.” diyor.

Ömer -radıyallâhu anh- halife olduğunda yine o da aynı şekilde diyor:

“‒Beni (diyor) düzeltin (diyor) bir hatam olursa (diyor), beni îkaz edin.” diyor.

Hattâ enteresan, bir bedevi geliyor, câhil bir insan, kılıcını çıkarıp şöyle bir kılıcını sallıyor:

“‒Ömer! Hiç merak etme (diyor), huzurlu ol (diyor), sen (diyor) yamulursan (diyor), biz seni bu kılıcımızla doğrulturuz.” dedi.

Ömer -radıyallâhu anh-:

“‒Yâ Rabbi! (diyor), Sana şükürler olsun (diyor), beni doğrultacak bana bir cemaat verdin.” buyuruyor.

Kızmıyor ona. Onun cehâletine karşı kızmıyor.

Hizmet mühim. Allah önünü açar.

Ebû Bekir -radıyallâhu anh- halife oldu. Yetim kızlar dediler ki:

“‒Artık Ebû Bekir halife oldu, bizim artık koyunlarımızın sütlerini sağacak kimse yok.” dediler.

Ebû Bekir Efendimiz yine onların sütlerini sağıyordu. Cenâb-ı Hak zaman içinde zaman veriyor. Kulun önünü açıyor. Daha misaller çok.

Tarihimizde misaller de çok:

Fatih, bir hristiyan şeyle, mahkemeye çıkıyor.

Özi Kalesi, 1. Abdülhamid, bu, aşağıda camisi olan Beylerbeyiʼnde, Özi Kalesi kaybediliyor, haber geliyor:

“‒Eyvah! (diyor), ahâlim yandı (diyor), askerim mahvoldu.” diyor, felç geliyor kendisine.

Rahmetin mala yansıması:

Mal bir emanet. Cenâb-ı Hak imtiham olarak veriyor. İnsan bir veznedar olduğunun idrâki içinde olacak. Kişiye verilen mal, kendisine âhiret saâdetini kazandırmak için olacak. Zenginliğini, kibre, insanlarını horlamaya vâsıta değil, duâ almaya vesîle kılacak.

Veren, alana karşı bir teşekkür edâsı içinde olacak. O olmasa kime verecek bunu? Nereden o şeyi kazanacak?

Velhâsıl bu, dâimâ bir müʼmin, veren el olacak.

Rahmetin şahsiyete yansıması:

Hayırlı bir nesil, bir insan olabilmek. Elinden, dilinden ümmet-i Muhammedʼin müstefîd olduğu bir kul olabilmek. İşte Rasûlullah Efendimiz:

“Müʼmin, bal arısına benzer…” diyor. (Ahmed bin Hanbel, II, 199)

Nasıl arı, çiçeklerin en güzel yerinden toplar. Onu güzel bir ambalaj yapar. Üzerini kapatır, takdim eder. İşte bir müʼmin de bu şekilde İslâmʼı yaşayacak, yaşatacak, bir rahmet insanı olacak. İslâmʼı tevzî edecek. İslâmʼın güzel yüzünü tebessüm ettirecek. Bulunduğu yere bir huzur verecek. Yaşadığı zaman ve mekânda Âlemlere Rahmet olan Peygamber Efendimizʼin temsilcisi olacak.

Çünkü Cenâb-ı Hak:

“Siz (yeryüzünde Allâhʼın) şâhitlerisiniz…” (el-Bakara, 143) buyuruyor. Bir müʼmin de hangi asırda, hangi zamanda gelmişse orada Allah Rasûlüʼnün o mekânda temsilcisi olacak. Bu idrâk içinde olacak.

Benliğini bertaraf edecek. Çoraklaşmış gönüllere bir yağmur misâli bir rahmet olacak. Diğergâm olabilecek. Önce kendini düşünmek yerine “kardeşim, önce sen” diyebilecek.

İşte Mevlânâ Hazretleri diyor ki:

“Şems (diyor) benim kalbime bir şey öğretti. (Buraya öğretti (kalbe), buraya (zihne) değil). Eğer bir üşüyen varsa, sen ısınma hakkına sahip değilsin dedi bana. (Bunu kalbime öğretti.) Ben de; «Muhakkak üşüyen var, ısınamıyorum.»” diyor.

(Ebuʼl-)Hasan Harakânî Hazretleri:

“Türkistanʼdan Şamʼa kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Bir kalpte hüzün varsa o hüzün benim kalbimdedir.” buyuruyor.

Velhâsıl, demek ki bir rahmet insanı olmak için yüksek bir takvâ istiyor Cenâb-ı Hak bizden. Nefsânî arzular bertaraf edilecek, rûhânî istîdatlar inkişâf edilecek, mârifetullahʼtan pencereler açılacak, kul Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşacak.

İbadet, muâmelât, ahlâk, duyuş, tefekkür, hepsi değişik, ayrı ayrı manzaralar seyredecek kalp. Cenâb-ı Hak böyle bir kalbi;

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) buyuruyor. Rafine olmuş… Nasıl insan doğarken tertemiz geliyor, öyle bir kalple Cenâb-ı Hakkʼın huzuruna gidebilmek.

“Kalb-i münîb” buyuruyor; hayır ve şer o kalpte netleşmiş.

“Nefs-i mutmainne” bildiriyor; Allâhʼın verdiği her şeyi Allah yolunda istîmâl ediliyor.

“Râdıye”; Allahʼtan râzı oluyor. “Niçin”, “neden” yok. Bitmiş onlar.

“Merdıyye”; Allah da o kuldan râzı oluyor.