İmam Gazali Hazretleri’nin Sohbeti

İHSAN

İmam Gazâlî (k.s.) nasıl sohbet ederdi? İmam Gazâlî Hazretleri’nin sohbetini yazımızda okuyabilirsiniz.

İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet ederdi:

KALBİN ZEVKİ, ANCAK ALLAH’LA MÜLÂKATTADIR

Zevkler, zâhirî ve bâtınî olmak üzere ikiye ayrılır. Zâhirî zevkler, beş duyu organları ile elde edilen zevklerdir. Bâtınî zevkler; başkanlık, üstünlük, kerâmet, ilim ve benzeri zevklerdir. Zîra bu zevkler ne gözün, ne kulağın, ne burnun, ne tat almanın, ne de dokunmanın zevkleridir. Bâtınî mânalar, kemâl sâhipleri için dış zevklerden daha üstündür.

Bir adam, semiz bir tavuk ve badem ezmesi ile başkanlık etme ve düşmânâ galebe ile istilâ arasında muhayyer bırakılsa; eğer bu adam âdî, hasîs, ölü ruhlu bir kimse ise et ile badem tatlısını tercih eder. Şâyet âlî himmete sâhip, aklı başında bir insan ise, uzun müddet aç kalmaya râzı olmakla beraber başkanlığı tercih eder. Onun başkanlığı tercih etmesi, zevkli yemeklerden daha çok ondan zevk aldığına delildir. Evet, henüz mânevî duyguları gelişmemiş çocuklar veya bu duyguları kaybetmiş bunaklar yemeği, riyâset üzerine tercih ederler.

İçgüdüleri gelişen ve bunamayan insanlar için en büyük zevkin, riyâset ve kerâmet olacağı meydanda olduğu gibi, mânevî yönden olgunlaşanlar için de Allâh’ı bilmek, O’nun cemâlini mütalâa etmek ve ilâhî umûrun esrârına erişmek, zevklerin en büyüğüdür. Bunun en son ifade şekli; artık nefis, onlar için gizlenen göz aydınlığını bilemez. Onlar için gözün görmediği, kulağın duymadığı ve hattâ hâtıra gelmeyen zevkleri vardır.

Bunu ancak, bu anda her iki zevke birden varabilen bilir. Bu zevk, halktan ayrılıp yalnız kalmakta, fikir ve zikirde insan üzerine tesir eder, mârifet deryâsına dalar. Artık o, başkanlık sevgisinden geçer, başkanlıklarının sona ereceğini bildiği için başkanları dahi aşağı görür. Başkanlıklarının karışık olup sıkıntılardan kurtulamayacaklarını bilir. Ölümün kesin olarak geleceğini ve o zaman hiç bir şeye muktedir olamayacaklarını bildikleri için buna kıymet vermez ve bunları düşündükçe Allâh’ı mârifet, sıfatlarını düşünmek, Âlâ-yı İlliyyîn’den yani en yüksek makamlardan, esfel-i sâfilîne yani en aşağı dereceye kadar her şeyi çekip çeviren, yaratıp idâre eden Yüce Yaratıcı’nın bunlarda hiç bir zorluk çekmediğini ve yarattıklarında bir eksiklik bulunmadığını; yer ve göklerle bunlardaki kudretine delâlet eden ef’âlini düşünmenin zevkini, bütün zevklerin üstünde görür. Hele daha ileri vardığı vakit artık onun eninin bile hududu yoktur.

Ârif bu düşünceye vardığı vakit yalnız onu ister; yer ve gökler kadar cennet bahçelerine dalar, meyvelerini toplar. Havuzlarından içer. Bunların sona ereceğinden korkusu olmaz. Zîra bu cennetin meyveleri sonsuz ve serbesttir, ebedîdir. Ölüm ile sona ermezler. Çünkü ölüm, Allâh’ı bilen şeyi (ruhu) yok edemez. Çünkü bu mârifetin mahalli ruhtur. O ruh ki emr-i Rabbânîdir. Ölüm, sadece onun hâlini değiştirir, meşgale ve gailelerini sona erdirir ve onu beden kafesinde mahpus kalmaktan kurtarır. Yoksa ruhun ölümle yok olması gibi bir şey yoktur.

Nitekim Allah-u Teâlâ: “Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın. Bilâkis onlar Rableri katında diridirler. Allâh’ın, bol nîmetlerinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/169-170) buyurmuştur. Bu mevkiin, yalnız savaş alanlarında ölenlere mahsus olduğunu sanma. Zîra ârifin her nefesinde bin şehid derecesi vardır. Nitekim haberde: “Şehîd olarak ölenler, şehâdetin yüksek mevkiini gördükleri için, tekrar dünyaya gelip ikinci defa şehid olarak ölmeyi temennî ederler. Ayrıca şehidler, âlimlerin yüksek mevkilerini gördükleri vakit, kendilerinin de âlim olmaklığını temennî ederler.” (Buhârî ile Müslim, Enes’den (r.a.) rivâyet etmişlerdir) diye vârid olmuştur.

Demek ki yer ve göklerin her köşesi, âriflerin at oynattıkları bir sâhadır. Şahsı ve cismi ile yükselmeye ve ayrılmaya lüzum görmeden yerinde dururken istediği yerde mekân tutabilir. O, eni yer ve gökler kadar geniş olan cennet âleminde melekût âlemini müşâhede eder durur. Birbirini sıkıştırmamak üzere her ârifin böyle geniş sahası vardır. Şu kadar var ki bunların da sayılamayacak kadar ayrı ayrı mevki ve dereceleri vardır.

Bu ifâdelerimizden şu anlaşılmış oldu ki, bâtınî olan riyâset zevki, zâhirî olan beş duyunun zevkinden, kemâl sâhiplerine göre daha üstündür. Bu zevk, hayvanlarda, çocuk ve bunaklarda yoktur. Fakat kemâl sâhiplerinde bütün bu maddî zevkler olduğu hâlde riyâseti onlar üzerine tercih ederler.

Allah-u Teâlâ’yı, sıfat ve ef’âlini, göklerin melekûtunu, mülkünün sırlarını bilmenin riyâsetten de daha zevkli olmasının mânâsı ise, ancak mârifet mertebesine yükselip o zevke varanlar içindir. Bunu kalp ve basîret sâhibi olmayanlara anlatmak mümkün değildir. Zîra bu kuvvetin merkezi kalptir. Çocuklara, cinsî münasebetin, oyundan daha zevkli olduğunu anlatmak mümkün olmadığı gibi, bu kalbe sâhip olmayanlara da bunu anlatmak mümkün değildir. Çünkü tatmayan bilmez. Bu, zevk işidir, zevkine varmak gerekir, lâf ile olmaz. Ancak her türlü âfetlerden sâlim olup bu mertebeye yükselebilenler iki zevk arasındaki farkı anlarlar. Tadan bilir, tatmayan bilmez.

Ömrüme yemin ederim ki ilim talebinde bulunanlar, her ne kadar ilâhî umûrun mârifetini aramakla meşgul olmasalar da çözümlenmesinde harîs oldukları müşküllerini hallettikleri vakit, bu zevkin kokusunu alırlar. Çünkü her ne kadar malûmatları, ilâhî olan malûmatlar kadar şerefli değilse de, yine ilim ve mârifet olduklarından, şereflidirler. Fakat Allah-u Teâlâ’yı mârifet için uzun tefekkür ve düşüncelerde bulunan ve az da olsa ilâhî sırlardan kendisine bir şey keşfolunan, bu keşfin husûlü ânında büyük bir zevke ulaşır. Hatta bu neşeye dayanabilmesi bakımından kendi kendine şaşar. İşte bu, ancak zevk ile bilinir. Bu hususta hikâyeler fazla bir fayda sağlamazlar.

Bu kadar açıklama, Allâh’ı mârifetin en büyük zevk olup, bunun üstünde bir zevkin bulunmadığını sana anlatsa gerektir. Bunun için Ebû Süleyman Dârânî: “Allâh’ın öyle kulları var ki cehennem korkusu veya cennet aşkı, onları Allah’tan meşgul etmez; nerede kaldı dünya!” demiştir.

Mâruf-ı Kerhî’nin kardeşliklerinden birisi kendisine:

“Seni ibâdete sevk eden sebep nedir?” diye sorar. Kerhî cevap vermeyince, adam:

“Ölümü hatırladığın için mi?” diye sordu. Mâruf-ı Kerhî:

“Ölüm nedir?” diye sordu. Adam:

“Mezar ve berzah âlemi.” dedi. Mâruf-ı Kerhî:

“Bunlar nedir?” diye sordu. Adam:

“Cehennem korkusu ve cennet ümidi.” diye cevap verince Mâruf-ı Kerhî:

“Bunlar da nedir? Ortada bir hükümdar var. Bunların hepsi O’nun elindedir. O’nu seversen bunların hepsini sana unutturur. Aranızda tanışma olursa, O, sana yeter ve seni bunlardan korur.” demiştir.

İsâ aleyhisselâmdan gelen haberlerde: “Bir genç Allah-u Teâlâ’yı aramaya harîs olursa, bu hırs onu başkalarından alıkoyar.” denilmiştir.

Şeyhin birisi Bişr b. el-Hafî’yi rüyasında gördü ve Ebû Nasr et-Timâr ile Abdülvehhab el-Varrak’ın ne olduklarını ondan sordu. O da:

“Şu anda onları Allâh’ın huzurunda bıraktım, yiyip içmekle meşguldürler.” dedi. Kendisine:

- “Ya sen ne oldun?” diye sordu. O:

“Benim yemek içmekte fazla hevesim olmadığını Allah-u Teâlâ bildiği için bana da cemâlini vermiştir.” dedi.

Bir Hak dostu anlatıyor: “Rüyamda cennete girdiğimi gördüm. Adamın birini sofra başında oturmuş, sağında ve solunda duran iki meleğin kendisini çeşitli yemeklerden yedirmekte, olduklarını gördüm. Cennetin kapısında bir adamın durup insanların yüzlerine bakarak onları inceledikten sonra kimisini içeri aldığını ve kimisini de geri çevirdiğini gördüm. Sonra Hazîre-i Kuds’e doğru ilerledim. Baktım ki Arş’ın pencerelerinden bir adam, gözünü kırpmadan Allah-u Teâlâ’ya bakıp duruyor. Cennetin reisi bulunan Rıdvan’a:

“Bu kimdir?” diye sordum. O da:

“Mâruf-ı Kerhî.” dedi. Çünkü onun Allâh’a olan ibâdeti, cehennem korkusu veya cennet ümidi için değil, yalnız O’nu sevdiği için idi. Bu sebeple Allah-u Teâlâ da kıyâmete kadar kendisine cemâlini müşahede imkânlarını bahşetmiştir:” dedi. Öbür gördüğü iki kişinin de Bişr b. el-Haris ile Ahmed b. Hanbel olduklarını söyledi. Bunun için Süleyman Dârânî: “Burada nefsini terbiye etmekle meşgul olan, kıyâmette Rabbi ile meşguldür.” demiştir.

İmâm-ı Sevrî de Râbia’ya: “Îmânının hakîkati nedir?” diye sorunca, Râbia: “Kötü bir işçi gibi, cehennem korkusu veya cennet ümidi ile Allâh’a ibâdet etmiş değilim.  Allâh’a ibâdetim,  O’nu sevmem ve O’na müştak olmamdandır.” dedi ve muhabbet anlamında manzum olarak:

“Seni iki sevgi ile seviyorum; biri sana olan aşkım, diğeri de senin bu sevgiye lâyık olmandır. Hevâmın ve gönlümün sana meylederek seni sevmem; başkasını bırakıp senin zikrinle meşgul olmamdır.

Senin ehli olduğun sevgi ise, perdeyi kaldırıp cemâlini göstermendir. Her iki sevgimde de övülmeye ve teşekküre lâyık ben değilim. Her ikisinde de hamd, sana mahsustur.” dedi.

Belki “hevâ” sevgisinden, Allah Teâlâ’nın kendisine ihsan ve in’âmını, peşin zevk ile Allâh’ı sevmesini ve ehli olduğu için O’nu sevmesinden de kendisine keşfedilen celâl ve cemâli için olan sevgisini kastetmiştir. Bu ikincisi en kuvvetli ve en üstün bir sevgidir. Rubûbiyetin cemâlini mütâlaa ve müşâhede zevki ise, işte bu zevkten Rasûl-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan hikâye olarak şöyle haber vermiştir:

“Sâlih kullarım için, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve beşerin hatırına gelmeyeni hazırladım.”

Kalbinin cilası son haddine varan bazı kimseler için, bu zevk dünyada da peşin olarak verilmiştir. Bunun için zâtın biri: “Ben, ey Rabbim ve ey Allâh’ım derken, bunu kalbimde dağlardan daha ağır bulurum. Zîra benim bu çağrım, perde arkasındandır. Hiç beraber oturanlar birbirine böyle seslenirler mi?” dedi ve devamla: “Kul, bu ilimde gâyeye ulaştığı vakit, herkes onu taşlamaya başlar. Çünkü onun dediğini anlayamadıkları için onu deli veya kâfir sanırlar.”

Bütün âriflerin maksadı, yalnız O’na ulaşmaktır. Kimsenin bilemediği haz ve zevk-i mânevî buradadır. Bu maksada ulaştıkları vakit, sıkıntı ve istekler mahvolur da kalp bu nimetin zevki ile meşgul olur. Hatta ateşe bile atılsa, o sevgi deryasında olduğu için bundan haberi olmaz. Cennet nimetleri kendine arz edilse dönüp bakmaz. Çünkü o, üzerinde başka nimet ve başka zevk bulunmayan zevk ve nimetlerin zirvesine ulaşmıştır. Yalnız duyu organları ile anladığı zevkten başka bir zevke inanmayanların, sûret ve şekli olmayan, Allah-u Teâlâ’nın cemâline bakmaktan alınan zevke inandığını nasıl bilebilirim? Hissedilenlerden başka bir zevk vasıtası olduğunu kabul etmeyene göre, Allah-u Teâlâ’nın en büyük nîmet ve en üstün zevk olan cemâlini arz etmekten ne anladıklarını bir bileydim.

Gerçek şu ki Allah-u Teâlâ’yı bilenler, muhtelif şehvetlere ayrılan bu zevklerin hepsinin bu ilâhî zevkin altında dürülü kaldığını bilirler. Nitekim birisi: “Daha önce dağınık sevgilerim vardı. Seni bulup gördüğüm vakit hepsi bir araya toplandı. Kalbim bütün mevcûdiyetiyle sana yöneldi ve başkalarını bana unutturdun. Bu defa benim heves ettiğim, bana haset etmeye başladı. Sen Mevlâm olunca ve seni yalnız Mevlâ kabul edince, ben başkalarının mevlâsı oldum. Din ve dünyalarını insanlara bıraktım. Yalnız senin zikrinle meşgul oldum. Ey hem dînim, hem de dünyam olan Allâhım!” demiştir. Bunun için başka bir şair de: “O’nun ayrılığı cehennemden büyük, vuslatı ise cennetten güzeldir.” demiştir.

Bunların böyle konuşmaları, Allâh’ı bilmekteki kalbin zevkini, bütün maddî zevkler üzerine tercih etmiş olmalarındandır. Zîra cennet, duyuların faydalandığı yerdir. Kalbin zevki ise, ancak Allâh’a mülâkattadır.

Zevklerinde insanların hâli, yukarıda anlattığımızdır. Meselâ, çocuk ilk neşv u nemâ çağında, eğlenmek ve oynamaktan zevk alır. Bunlardan aldığı zevk ona göre bütün zevklerin üstündedir. Sonra yavaş yavaş oyuncaklarından uzaklaşıp süslenmeye, vasıtalara binmeye heves eder. Sonra erginlik çağında münasebet zevkine dalar, kadınlara yönelir ve ondan önceki zevklerini atar. Sonra bolluk, üstünlük ve riyâset sevdasına düşer. Dünya zevklerinin en sonu, en üstünü ve en kuvvetlisi bunlardır. Nitekim Allah-u Teâlâ: “Bilin ki dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sâhibi olma dâvasından ibarettir.” (Hadîd, 20) buyurmuştur.

Bundan daha ilerisi ile Allah-u Teâlâ ve O’nun ef’âli bilinir de o zaman bundan önceki bütün zevkleri hakir görür. Her sonra gelen bir evvelinden kuvvetlidir; bu ise en sonu ve zevklerin en üstünüdür. Zîra daha ilk anlayış çağında oyun ve eğlence zevki, erginlikte süs ve kadın zevki, yirmi yaştan sonra riyâset sevgisi, kırk yaşına yakın ise ilim ve mârifet sevgisi başlar ki bunun üstünde başka bir şey yoktur. Çocuk, oyuncakları bırakıp da kadınlar peşinde dolaşanlara güldüğü gibi, riyâset sevgisinde olanlar da riyâseti bırakıp mârifetullah ile uğraşanlara güler ve onlarla alay ederler. Gerçek âlim ve ârifler ise, “Siz bugün bizimle eğleniyorsunuz. Bir gün gelecek biz de sizinle eğleneceğiz. Yakında bunu göreceksiniz.” derler.

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları