Iı. Murad'dan Genç Kalmanın Sırrı

TARİHİMİZ

Bir milletin istikbâlini önceden görebilmek kerâmet değildir. Zira gençlerin temâyüllerini seyretmek, bunu teşhis için kâfîdir.

Her devrin gençliği kendi karakterine uygun bir şekilde enerjisini harcayabileceği ayrı bir heyecan âleminde yaşar. Bu yaşayış da bütün bir milletin âdeta nabzı olur. Her millet, gençliğinin his ve fikir dünyasına göre şekil alır. Eğer bir millette gençler güçlerini hayır, mâneviyat, fedâkârlık ve fazîlet yolunda sarf ediyorlarsa, o milletin istikbâli aydınlıktır. Aksine gençler, güç ve kuvvetlerini nefsâniyete, yani kaba kuvvete esir ve râm ediyorlarsa, âkıbet hezîmettir.

ŞEHZADE MEHMED'İN BABASI II. MURAD İLE GENÇLİK HASBİHALİ

Bunun tarihteki bir misâli, İstanbul fâtihi olma yolunda büyük bir azim ve kararlılıkla yürümüş olan Şehzâde Mehmed’dir. Çocukluk ve gençliğindeki idealleri, heyecan ve gayretleri, onun ileride ne büyük bir insan olacağının ilk işaretleridir. Onun bu istîdat ve kabiliyetlerini gören babası 2. Murad, iki defa tahtı küçük yaştaki oğlu Mehmed’e bırakmak istemiştir. Ondaki bu fazîlet ve kemâli keşfetmesine medâr olan sohbetlerinden birinde baba 2. Murad ile oğlu Şehzâde Mehmed arasında, saray bahçesinde güzel bir hasbihâl geçer. Bu hasbihâl esnasında Şehzâde Mehmed, hâl ve hatırını sorduktan sonra babasına şöyle bir suâl sorar:

“–Ey benim devletlü babam! Ne hikmettir ki sırtınızdaki milletin onca ağır yük ve eziyetine rağmen sizde diğer ihtiyarlardaki gibi yaşlılık emârelerine rastlamış değilim. Sizin de diğer insanlar gibi yaşınız ilerledi, fakat onlar gibi eğilip bükülmediniz ve kamburlaşmadınız. Her türlü zahmet ve sıkıntıya rağmen genç yaştaki zindelik, kahramanlık ve yiğitlikle beraber, akıl ve irâdenizi yerli yerinde kullanmaktasınız. Bir bakıyorum, cenk meydanlarında muzaffer bir kumandansınız; bir bakıyorum, ilim meclislerinde derin bir üstadsınız; bir bakıyorum, halka hizmet eden samîmî ve içli bir dervişsiniz!.. Geceniz gündüzünüz yok! Bütün bunlara fidan gibi boyunuzu eğriltmeden, o ince rûhunuzu yıpratmadan nasıl tâkat getirebiliyorsunuz? Bu, nasıl bir sanattır baba?!. Zihnin sürekli meşgûliyeti insanları eritip bitirirken, sizde bir değişiklik meydana getirememiş, huzurlu hâlinizi bozamamış!.. Sâhip olduğunuz müstesnâ karakter için ne tür bir ilâç, üstün aklınız için ne tür bir usûl kullanıyorsunuz? Lûtfedip bunları bana öğretir misiniz? Tâ ki ben de sizin yolunuzca yürüyeyim...”

Sultan 2. Murad Han, genç yaştaki oğlundan hiç beklemediği bu suâller karşısında hayrete düşmekle beraber, gâyet memnun olarak şu târihî nasîhatte bulunur:

BU DÜNYA'DA ÇEKİLEN ÇİLENİN AHİRETTE KARŞILIĞI VAR

“–Ey benim sevgili oğlum! Beni sevindirdin. Kâinâtın ve bütün varlıkların kulluk eylediği yüce Rabb'im, sana vermiş olduğu üstün meziyetleri ziyâdeleştirsin. Böyle büyük ve geniş mes’elelerde ince düşünüş ve firâsetini devam ettirsin.

Ey oğlum! Ben, hayatlarını Allah yolunda geçirenlerin, bu dünyadan ayrıldıkları zaman âhiret âleminin o hayâle sığmayan sonsuz nîmetlerine kavuşacaklarına inanıyorum. Bu inancımda en ufak bir şüphem yoktur. Bunun için yüce Allâh’ıma karşı yaptığım ibâdetleri, en samîmî bir şekilde cân u gönülden yaparım. Ben bu çile ve ıztıraplar dünyasında çektiklerimin karşılıklarının, Allah tarafından, âhiret âleminde verileceğine inanıyor ve her hususta O’na ilticâ ediyorum. Ayrıca O’nun takdîrinin, yani kaderinin benim için büyük bir safâ olduğunu düşünüyorum.

Ey oğlum! Her söylenene inanıp aldanmaktan uzak durmak, her ayrı durumun içyüzünü öğrenip düşünmek ve aslî hakîkatine yaklaşmak gerek!

Nasıl ki bir meyve, ancak olgunlaştığı zaman güzelce yenir; bunun gibi, insanlardan güngörmüş, bilgi ve tecrübesi yerinde olanlar da her zaman tercîhe şâyandırlar. Aksi hâlde olgun ve leziz üzüm salkımları dururken henüz olmamış bir koruğu yemek, aklın zaafiyetidir.

KABA KUVVETE BAŞVURMA!

Ey oğlum! Ara sıra yüce ecdâdımı hatırlarım. Benden sonraki neslimizin âkıbeti hakkında düşüncelere dalarım. Elhamdülillâh, bugüne kadar sevgi, hürmet ve bağlılık görerek geldik. Bugünden sonra da aynı şekilde devâm etmemizi arzularım. Nasıl İslâm fıtratı ile doğup geldiysek, yine öylece huzûr-ı ilâhîye selîm bir kalp ve huzur dolu bir vicdan ile gitmek isterim.

Şunu iyice bilesin ki, herhangi bir şeyin devamı, yalnız kaba kuvvet, kılıç, kahramanlık ve ezici güç zoruyla mümkün değildir. Bu hususta akıl, tedbir, sabır, ileriyi görme, imtihan ve yorucu tecrübeler çok mühimdir. Birinci yol, yani kaba kuvvet her zaman geçerli olmadığı gibi, mahzurları da çoktur. İkinci yol da her zaman tek başına bir işe yaramaz. Büyük muvaffakıyetler için her ikisini de bir arada yürütmek gerek! Unutma ki yüce ecdâdımızın büyük zaferleri, görünüşte kılıcın gölgesinde olmuşsa da hakîkatte akıl, mantık, ilâhî muhabbet ve bunların neticesinde Cenâb-ı Hak’tan ilâhî yardımın gelmesi ile gerçekleşebilmiştir.

Ey oğlum! Bir an bile olsa sakın adâleti elinden bırakma! Çünkü yüce Allah, âdildir ve âdil olanı sever. Sen, bir bakıma O’nun yeryüzündeki halîfesisin. O, sana, kendi irâdesiyle birtakım lutuflarda bulunmuş ve seni kullarının başına serdâr eylemiştir; bunu unutma!..

BU DÜNYA'DA ÜÇ TÜRLÜ İNSAN VAR

Ey oğlum! Bu dünyada üç türlü insan vardır:

Birinci grup, akıl ve fikirleri yerinde, gönül ehli, istikâmet ve takvâ üzere hayat süren, doğruyu eğriden ayırıp istikbâli az-çok gören ve düşünen, hiçbir gayr-i tabiîlikleri olmayan kimselerdir.

İkincisi, hangi yolun doğru veya eğri olduğunu bilmekten uzak olan kimselerdir. Ancak bu duruma kendi istekleriyle değil, etraflarının tesiriyle düşmüşlerdir. Nasîhat edildiğinde doğru yola gelirler; hakîkati kabûl eder, söz dinlerler. Bununla birlikte, çoğu zaman da duyup işittiklerinin hepsine uyarak yaşarlar.

Üçüncüsü ise ne kendileri bir şeyden haberdardır ne de yapılan îkaz ve nasîhatlere kulak asarlar. Sadece kendi arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini zannederler. Bunlar en tehlikeli olanlardır.

Ey oğul! Yüce Allah, eğer seni ilk sırada saydığım kimselerden yaratmışsa sevinir, Cenâb-ı Hakk’a şükrederim. Yok, eğer ikincilerden isen, sana yapılan nasîhat ve îkazlara kulak vermeni tavsiye ederim. Sakın üçüncü gruba dâhil olmayasın! Onlar hem Allâh’a hem de insanlara karşı iyi bir durumda değildirler.

Ey oğul! Sultanlar, ellerinde terâzi tutmuş kimselere benzerler. Ancak asıl Sultan odur ki elindeki terâziyi hakkâniyetle tutar! Sana da Sultan olduğunda, terâziyi çok îtinâlı tutmanı tavsiye ederim. O zaman yüce Allah da senin hakkında hayır murâd eder. Seni sâlihlerden kılar. Her şey O’nun mâlûmudur...”

DEVLETLER İNSAN, İNSANLAR DA DEVLETLER GİBİDİR

İşte baba ile oğul arasındaki bu muhabbet, firâset ve istikâmet dolu nasihatler zinciri, âdeta bir bayrak yarışı gibi elden ele, gönülden gönüle nakledilmiş ve tarihin en eşsiz, en asîl ve en yüce devletlerinden birisi teşekkül etmiştir.

Zaten devletler, insanlar; insanlar da devletler gibidir. Çünkü devleti kuran, idâre eden ve yıkılışa sürükleyen de insandır. Dolayısıyla insanın kudret, zaaf ve alışkanlıkları devletleri yüceltir de alçaltır da… Bâzı zamanlarda insanların mânevî ve rûhî faziletleri hayatlarına hâkim olur, onlar da bu faziletlerle en sabırlı, en firâsetli, en merhametli, en cömert ve en mukâvemetli hâle gelirler. Onların kurdukları müesseseler de bu renge bürünür. Bâzı zamanlarda da insanın nefsânî zaaf ve düşkünlükleri gâlebe hâlindedir.

O zaman da bu insan ve onun kurduğu müesseseler, en zâlim, en istismarcı, en gaddar ve en ahlâksız şekle dönüşüverir. Mühim olan, insanın iç dünyasındaki iyi haslet ve faziletleri, kötü haslet ve rezâletlere üstün kılmak ve ebedî gençlik iksirini içebilmektir. Bu üstün fazilet ölçülerine sahip olanlar, hem dünyada hem de âhirette mesrur ve makbul olurlar, el üstünde tutulurlar.

KAYNAK: Osman Nûri TOPBAŞ, Bir Nasihat Binbir İbret, Erkam Yayınları, 2013, İstanbul