Hz. Yusuf (as) Padişahın Rüyasını Nasıl Tabir Etti?

TARİHİMİZ

Hayatı Mısır’ın zindanlarında geçen Hz. Yusuf -aleyhisselam- Allah’ın kendisine bahşettiği ilimle zindan arkadaşlarının rüyalarını tabir ediyordu. Bu ilmi Hz Yusuf’un daha çok tanınması ve insanların ilgisine sebep oluyordu. Mısır padişahının gördüğü bir rüya onun dikkatini çekti. Sonrasında yaşananları istifadenize sunuyoruz..

Âyet-i kerîmede kıssanın devâmı şöyle anlatılır:

“Melik dedi ki: «–Ben yedi semiz inek gördüm, bunları yedi zayıf inek yiyordu. Bir de yedi yeşil başak ile yedi kuru başak gördüm. Ey ileri gelenler! Siz rüyâ tâbir ediyorsanız, benim bu rüyâmı da açıklayın!» (Çevresindeki kâhinler) «–Bu gördükleriniz karışık rüyâlardır. Biz böyle karışık rüyâların tâbirini bilemeyiz.» dediler.

O iki arkadaştan kurtulanı, nice zaman sonra Yûsuf’u hatırlayıp dedi ki: «–Rüyânın tâbirini size ben bildireceğim. Hele siz beni zindana bir gönderin.»

Zindana gidip: «Ey Yûsuf! Ey doğru sözlü kişi! Şu müşkil rüyâ hakkında bize bir çözüm bildir: Yedi semiz ineği yiyen yedi zayıf inek ile yedi yeşil başak ve yedi kuru başağın mânâsı ne olabilir? Ümid ederim ki isâbetli tâbirini öğrenip insanlara aktarırım. Böylece onlar da doğruyu öğrenirler.»” (Yûsuf, 43-46)

Yûsuf -aleyhisselâm- Allâh Teâlâ’nın kendisine bahşettiği ilimle rüyâyı şöyle tâbir etti:

“Yedi sene, bildiğiniz şekilde ekin ekersiniz. Ama biçtiğinizi, yiyeceğiniz az miktar dışında, başağında bırakır, depolarsınız. Sonra, bunun peşinden yedi kurak yıl gelecek, tohumluk olarak saklayacağınız az bir miktar dışında, önce biriktirdiklerinizi yiyip tüketirsiniz. Sonra onun arkasından bir yıl gelecek ki, halk bol yağmura kavuşacak, sıkıntıdan kurtulacak, bol bol meyveler sıkacaklar.” (Yûsuf, 47-49)

Hazret-i Yûsuf’un tâbiriyle rahatlayıp sevinen hükümdar, onu mükâfatlandırmak istedi:

“Hükümdar dedi ki: «Getirin bana onu!» Elçi gelince Yûsuf: «Sen önce dönüp efendine o ellerini kesen kadınların meselesi neymiş, bir sor bakalım. Zâten benim efendim, o kadınların hîlelerini pek iyi bilir.»” (Yûsuf, 50)

Hazret-i Yûsuf, burada Züleyhâ’nın ismini edeben söylemedi. Bir de onun düşmanlığın zirvesinde olduğuna inandığı için yeni bir hîle yapmasından sakındı. Hükümdar o kadınları toplayıp:

“«–Yûsuf’u elde etmeye çalıştığınızda dâvânız ne idi?» diye sordu. Onlar da: «–Hâşa! Allâh için söylemek gerekirse, onun yaptığı hiç bir kötülüğü bilmiş, görmüş değiliz.» dediler. İşte o sırada vezirin eşi: «–Şimdi hak meydana çıktı. Ondan kâm almak isteyen bendim. O ise tam sâdık ve doğru insanlardandır.» diye îtiraf etti.” (Yûsuf, 51)

Yûsuf -aleyhisselâm- bu hareketinin sebebini îzah sadedinde şöyle buyurdu:

“Maksadım, kendisine arkasından ihânet etmediğimi, Allâh’ın hâinlerin hîlelerini muvaffâkıyete erdirmeyeceğini onun (vezirin) bilmesidir.” (Yûsuf, 52)

Cenâb-ı Hak, hîlekâr, düzenbaz ve hâinleri aslâ sevmediğini bir âyet-i kerîmede şöyle beyân buyurur:

“…Şüphesiz Allâh hâinleri sevmez.” (el-Enfâl, 58)

En büyük hıyânet ise Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı yapılandır. Cenâb-ı Hak bu hususta da biz kullarını şöyle îkâz buyurmaktadır:

“Ey îmân edenler! Allâh’a ve Rasûl’e hâinlik etmeyin; (aksi hâlde) bile bile kendi emânetlerinize hâinlik etmiş olursunuz.” (el-Enfâl, 27)

Kullarının hakkını gasbetmek sûretiyle Allâh Teâlâ’nın emir ve yasaklarına ihânet eden, netîcede ise kendi emânetlerine ihânet ettiklerini fark eden “Darvan Ashâbı”nın şu ibretli kıssası, ihânetin zararının sâdece hâinlere döneceğini çok açık bir şekilde beyân etmektedir:

DARVAN KISSASI

Rivâyete göre Yemenli cömert bir zâtın San’a yakınlarında üzüm, hurma ve ekin bahçesi vardı. Bu cömert kişi, mahsûl toplama zamanında fakirlere, gariplere ve zayıflara öşür payını fazlasıyla ve bolca ayırırdı. Vefâtına yakın, evlâdlarını toplayıp onlara bu usûlü devâm ettirmelerini vasiyet etti. Fakat o sâlih zât vefât edince, çocuklarının gözünü mal hırsı bürüdü. Kendi aralarında:

“–Âilemiz hayli kalabalık, mal ise az. Artık fakirlere bir şey vermeyelim! Onlar gelip istemeden de mahsûlleri toplayalım...” diyerek ahitleştiler.

Allâh -celle celâlühû-, onların bu kötü niyetleri üzerine, bahçelerini yakıp harâbe hâline getirerek simsiyah kıldı. O büyük bahçe, tanınmaz hâle gelmişti. Bu durumu gören cimri evlâdlar şaşırdılar:

“–Acabâ yanlış bir yere mi geldik?” dediler.

Oysa babalarının öşürü cömertçe dağıtıp muhtaçların duâsını alması, bahçeye ziyâdesiyle bereket veriyordu. Bütün fakirler ve garipler, o bahçeden istifâde ediyorlardı. Lâkin babalarının fakirlere dağıttığı öşür, gözlerinde büyüyor ve onu vermek istemiyorlardı. Onlar, Allâh’ın o bahçeye verdiği bereketin nereden geldiğinin farkında değillerdi. Çünkü gaflet, onların kalblerini kör etmişti.

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak:

“Gâfillerden olma!” (el-A’raf, 205) buyurmaktadır.

“Ashâb-ı Darvan” kıssası olarak bilinen bu hâdise, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır:

 “Biz, vaktiyle «bahçe sâhipleri»ni imtihan ettiğimiz gibi onları (Allâh Rasûlü’ne karşı çıkan müşrikleri) de imtihan edeceğiz. Hani bahçe sâhipleri, sabah olurken (kimse görmeden) mahsullerini devşireceklerine yemîn etmişlerdi. Onlar istisnâ da etmiyorlardı. (İnşâallâh demiyorlar ve yoksulların payını ayırmıyorlardı.) Fakat onlar daha uykudayken Rabbinin katından gönderilen kuşatıcı bir âfet bahçeyi sarıverdi de bahçe kapkara kesildi. (Beri tarafta ise) onlar, sabah olurken: «–Mâdem devşireceksiniz, haydi erkenden mahsûlünüzün başına gidin!» diye birbirlerine seslendiler. Derken: «–Aman, bugün orada hiçbir yoksul yanımıza sokulmasın!» diye fısıldaşa fısıldaşa yola koyuldular. (Evet, yoksullara yardıma) güçleri yettiği hâlde, onları yardımdan mahrûm etmek niyet ve azmi ile erkenden yola çıktılar.” (el-Kalem, 17-25)

Bahçelerine varıp da cimriliklerinin ve hîlekârlıklarının âkıbetini karşılarında görünce, pişmanlık ateşiyle yandılar. Cenâb-ı Hak, onların şaşkınlık ve nedâmetlerini de şöyle anlatır:

“Fakat bahçeyi gördüklerinde: «–Biz mutlakâ yolumuzu şaşırmış olmalıyız!» dediler. Yanlış yere gelmediklerini anlayınca da şöyle dediler: «–Yok yok, doğrusu biz felâkete uğramışız!» En insaflıları ise: «–Ben size Allâh’ı tesbîh etmenizi söylememiş miydim!» dedi. «–Rabbimizi tesbîh ederiz; doğrusu biz (kendi kendimize) yazık etmişiz!» dediler. Ardından, birbirlerini kınamaya başladılar. Nihâyet şöyle dediler: «–Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kişilermişiz! Belki Rabbimiz, bize bunun yerine daha iyisini verir. Çünkü biz (artık) Rabbimizi (O’nun rızasını) arzuluyoruz.»” (el-Kalem, 26-32)

Bu âyetlerde fakirin, garibin öşür hakkını vermemek için onlara hîlekârlık yapan merhametsiz bahçe sâhiplerinin hazin âkıbetlerini bir ibret olarak Cenâb-ı Hak ne güzel bildiriyor. Kalblerdeki bütün niyetler Cenâb-ı Hakk’a açıktır. O’nun azameti, her şeyi kaplamıştır.

Allâh Teâlâ bu kıssayı şu mühim îkâz ile nihâyete erdirir:

“İşte azap böyledir. Âhiret azâbı ise, elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!” (el-Kalem, 33)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 2, Erkam Yayınları