Hz. Yakup’un (a.s.) Evlatları İle İmtihanı

TARİHİMİZ

Hz. Yakup (a.s.) evlatları ile nasıl imtihan edilmiştir?

Rûh ve kalp, rûhâniyet âlemine meylederler. Nefse âit kuvvet ve hisler ise, hayvâniyet âlemine meylederler. Eğer insan kendi hâline bırakılırsa, gâlibiyet nefsin olur; beden rûha tahakküm eder ki bu, fâsıkların hâlidir.

Eğer kalp, zikir ve sohbetle güzel ahlâka nâil olursa, gâlibiyet rûhun ve kalbin eline geçer. Nefs ve beden, rûh ve kalbin istikâmetine tâbî olur. Bu da saîdlerin hâlidir.

Enbiyâ ve evliyâ hazarâtı, Allâh tarafından vahiy ve ilham ile takviye olundukları için başlarına gelen belâlara sabır ve tahammül gösterir, bu imtihanları, kalblerinin Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmasına vesîle addederler.

Allâh, Yakup ve Yûsuf’a (a.s.) şiddetli bir keder ve büyük bir üzüntü takdîr buyurdu ki, bütün acılığına rağmen sabretsinler de Allâh’a bağlılıkları daha da artsın ve her zaman Hakk’a yönelsinler. Dâimâ O’nunla beraber bulunsunlar ve bütün fânî alâkalardan kurtularak yüksek derecelere vâsıl olsunlar! Çünkü öyle dereceler vardır ki, onlara ancak mihnet ve meşakkatlere tahammül etmek sûretiyle vâsıl olunabilir.

Nitekim Hazret-i Yûsuf’un oniki sene hapiste kalmasının bir hikmeti de, O’nun halvet, riyâzât, meşakkat ve mücâhede ile mânen kemâle erdirilmesi idi. Yûsuf, babasının yanında kaldığı takdîrde belki bunların tahakkuku kendisine müyesser olmayacaktı. İşte bu hikmet dolayısıyladır ki nebîler, muayyen bir zaman için kendi vatanlarından uzakta bir garîb olarak yaşamışlardır.

BİZE İNANACAK DEĞİLSİN ONU KURT YEMİŞ!

Yûsuf’u (a.s.) kuyuya atan kardeşleri evin yolunu tutup, yalancıktan ağlayarak babalarına geldiler. Âyet-i kerîmelerde bu manzara şöyle beyân buyrulmaktadır:

“Yatsı vakti, ağlayarak babalarının yanına dönüp dediler ki: «Sevgili babamız, biz yarışmak üzere bulunduğumuz yerden ayrılırken Yûsuf’u da eşyâlarımızın yanında bıraktık. (Bir de döndük ki) onu kurt yemiş! Her ne kadar doğru söylüyorsak da sen, bize inanacak değilsin!»” (Yûsuf, 16-17)

Rivâyete nazaran, kocasıyla kavga eden bir kadın ağlayarak gelip Kadı Şurayh’a mürâcaat etmişti. Bu esnâda orada bulunan Şa’bî ona dedi ki:

“–Yâ Ebâ Ümeyye! Bu kadının mazlûm olduğunu zannediyorum. Görmüyor musun nasıl ağlıyor!”

Bunun üzerine Kadı Şurayh dedi ki:

“–Ey Şâ’bî! Yûsuf’un kardeşleri de zâlim oldukları hâlde ağlayarak babalarının yanına gelmişlerdi. Bu ağlamalara bakarak hüküm vermek doğru olmaz! Ancak meydana gelen hâdisenin açık hakîkatine bakarak hükmetmek gerekir.”

Nitekim Yûsuf’un (a.s.) kardeşleri yalandan döktükleri gözyaşlarına ilâveten:

“Yûsuf’un gömleğine sahte kan bulaştırarak getirmişlerdi. Babaları Yakup: «Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp bu işe sevk etmiş. Artık bana düşen, (ümitvâr olarak) güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allâh’tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz!» dedi.” (Yûsuf, 18)

Rivâyete göre, Yûsuf’un kana bulanmış olan gömleği Yakup’a (a.s.) getirilince, onu yüzüne sürüp ağlamaya başladı ve:

“–Bugüne kadar böyle yumuşak huylu bir kurt görmedim! Oğlumu yemiş de sırtındaki gömleği yırtmamış!” dedi.

HZ. YAKUP’UN (A.S.) İÇLİ FERYADI

Yakup’un (a.s.) şu içli feryâdı dillere destân olmuştur. Bunu Yûnus Emre’miz şöyle dile getirir:

Ben bir Ya’kûb idim kendi hâlimde,

Mevlâ’nın ismi var idi dilimde,

Kaybettim Yûsuf’u Kenan ilinde

Ağlar Ya’kûb ağlar: Yûsuf’um diye!

Yûsuf’um götürüp al kan ettiler,

Kurtlar yedi diye bühtân ettiler,

Yûsuf’un gömleğin bilmem n’ettiler,

Ağlar Ya’kûb ağlar: Yûsuf’um diye!

Böylece gözyaşı döken Ya’kûb -aleyhisselâm-’a artık sabretmekten başka birşey kalmamıştı. Nitekim hiç kimseye hâlinden şikâyet etmeden sabretti ve:

 “«Ben, sıkıntımı, keder ve hüznümü sâdece Allâh’a arz ediyorum.» dedi…” (Yûsuf, 86)

HZ. YAKUP’UN (A.S.) SABRI

Resûlullâh Efendimiz, Cebrâîl’e (a.s.) sordu:

“–Ya’kûb’un Yûsuf’a olan hicrânı ne dereceye varmıştı?” Cebrâîl de:

“–Evlâdını kaybeden yetmiş annenin toplam hicrânına!” cevâbını verdi. Resûlullâh Efendimiz:

“–O hâlde onun sevâbı ne kadardır?” diye sordular. O da:

“–Yüz şehîd sevâbıdır. Çünkü O, Allâh’a bir an bile sû-i zan beslemedi.” dedi. (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, IV, 570) İşte bu sabır, “sabr-ı cemîl” idi.

Sabr-ı cemîl, başa gelen belâ ve musîbetleri hiçbir şekilde kullara şikâyet etmeden, feryatsız, şikâyetsiz, metânetli ve mütevekkil bir şekilde karşılamak demektir. Şâyet Allâh, kullarına şikâyet edilirse, sabır husûsiyetini kaybeder.

HZ. YUSUF’UN (A.S.) KUYUDAN ÇIKARILIP SATILMASI

Babası sabr-ı cemîl hâli içindeyken Hazret-i Yûsuf da kuyuda aynı tevekkül ve teslîmiyet hâlini yaşıyordu. Bu esnâda:

“Öteden bir kafile gelmiş, sucularını kuyuya göndermişlerdi. Saka, kovasını sarkıttı. “Â, müjde, müjde! İşte bir civân!” dedi. Onu ticaret malı olarak satmak niyetiyle gizlediler. Ama Allâh Teâlâ, onların ne yapacaklarını pek iyi biliyordu. Nihâyet Mısır’a varınca, onu düşük bir fiyata, bir kaç paraya sattılar. Zâten ona pek kıymet vermiyorlardı.” (Yûsuf, 19-20)

Yûsuf’u satanlar, güzelliği karşısında gözleri kamaşmasına rağmen O’nu ehemmiyetsiz, düşük bir fiyata sattılar. Bir sâhibi çıkar da Yûsuf’u bizden ister diye güzelliğine rağbet etmeden korku içinde alelacele O’nu elden çıkarmaya baktılar.

Şeyh-i Ekber Muhyiddîn İbn-i Arabî (k.s.) der ki:

“Cenâb-ı Hak:

«…Allâh’ın emri mutlakâ yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir!» (el-Ahzâb, 38) sırrının tahakkukunu murâd edince, bunu, kullarına bir zelle işlettirerek gerçekleştirir.”

Zîrâ Yûsuf (a.s.), bir gün aynada sûretine bakarak güzelliğini seyretmiş ve:

“–Eğer köle olup satılsaydım, bana paha biçilemezdi; çok para ederdim!” demişti.

Kendini beğenerek işlediği bu zelle sebebiyle O’nu köle diye, hem de çok kıymetsiz bir fiyata sattılar.

PEYGAMBERİMİZDEN BİR NÜKTE

Nakledilir ki:

Birgün Hazret-i Peygamber mescidden hâne-i saâdetlerine dönerken çocuklar yoluna çıkarak:

“–Hasan ve Hüseyin’e verdiğin gibi bize de bir şey vermezsen, seni bırakmayız!” dediler. Resûlullâh de Bilâl’e (r.a.):

“–Eve git; ne bulursan getir de kendimi bunlardan satın alayım!” dedi. Bilâl gidip sekiz kadar ceviz getirdi. Rasûlullâh da, bu cevizlerle kendisini çocuklardan satın aldı. Sonra da:

“Kardeşim Yûsuf’u kıymetsiz bir fiyata sattılar. İşte beni de sekiz cevize sattılar!” buyurarak latîf bir nükte yaptılar.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 2, Erkam Yayınları