Müslümanları Zehirleyen 'akıl'!

TEFEKKÜR

Batı’nın teknik ve ekonomik sahada ilerleyip dünya üzerinde güçlü ve müessir bir mevkiye ulaşması, Müslümanlar üzerinde “sanki medeniyette yükselebilmek için, aklı dînin önünde tutmak gerekirmiş” gibi bir anlayışın yayılmasına sebep olmuştur. Müslümanların tarihte İslâm’a sadâkatle bağlı oldukları dönemlerde dünyanın en muhteşem medeniyetlerini kurmuş oldukları gerçeği görmezden gelinerek, bu fikirler, âdeta salgın bir hastalık gibi, İslâm ülkelerinde de zihinlere aşılanmaya çalışılmaktadır. Zira Batı felsefesine duyulan hevesin temel sebebi, “İslâm dünya görüşü”nün ihtişâmından lâyıkıyla haberdâr olunmamasıdır.

Nasıl ki göz, görebilmek için ışığa muhtaçsa; akıl ve kalp de tefekkürde derinleşerek ilâhî hakîkatlere vâsıl olabilmek için, “Kur’ân” ve onun hayata tatbiki demek olan “Sünnet”in nûruyla aydınlanmaya muhtaçtır. Zira insan aklı, ancak Kur’ân ve Sünnet ışığında hakka ve hayra ulaşabilecek şekilde yaratılmıştır. Kur’ân ve Sünnet’in açtığı tefekkür ufku olmasaydı, sırf aklımızla birçok hakîkati hem kavrayamaz hem de ifâde edemezdik. Nice feylesofun içine düştüğü karanlık dehlizlerde helâk olmaktan kurtulamazdık.

Cenâb-ı Hak, insanı, kendi kudret ve azametinin delillerinden biri olarak en güzel şekilde yaratmıştır. Ona dünyanın bir imtihan âlemi olduğu hakîkatini kavrayıp ebedî saâdete erebilmesi için akıl, kalp, iz’an ve vicdan gibi birtakım üstün melekeler lûtfetmiştir. Bu melekelerin, hakîkati bütünüyle ve lâyıkıyla idrâk etmekte “lâzım” fakat “kifâyetsiz” olduğu hikmetine binâen de insanoğluna peygamberler ve kitaplar göndererek bu lûtuflarını kemâle erdirmiştir. Üstelik rahmetinin sonsuzluğu sebebiyle, hiçbir insanın bu lûtuftan mahrum kalmaması için, peygamber göndermeyi ilk insanla başlatmıştır.

Ayrıca Cenâb-ı Hak, ilâhî emir ve yasaklarını, sosyal hayatı ilgilendiren amelî hükümler itibâriyle, insanlığın asırlar içerisinde kaydettiği ilerlemeye paralel bir muhtevâda; buna mukâbil, îman ve îtikad esaslarını ise dâimâ aynı muhtevâda tebliğ buyurmuştur.

Bütün bu ilâhî tebliğler içinde nihâyet insanlığın dünya durdukça ortaya çıkabilecek her türlü ihtiyacını karşılayabilecek bir muhtevâ ile Kur’ân-ı Kerîm’i göndererek bu lûtfuna bir hâtime çekmiştir. Bu lûtuf, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan merhametinin kıyâmete kadar devam edecek olan, mûcizevî bir tezâhürüdür.

AKIL VE KALP, SÜNNET'E VE KUR'AN'A MUHTAÇTIR

Allah Teâlâ, bilcümle varlıklar içinde sadece cinleri ve insanları, kimin hayır kimin de şer işleyeceğinin zâhir olması maksadıyla, ilâhî bir imtihana tâbî olmak üzere yaratmıştır. Bu sebeple onları hem hayra hem de şerre elverişli özelliklerle teçhiz buyurmuştur. Bütün mahlûkâtını, bu iki sınıf varlığın ilâhî hakîkatlere nâil olarak, bunun îcâbı olan ibadetleri gerçekleştirmesi maksadına hizmet edecek keyfiyette yaratmıştır.

Demek oluyor ki kâinâtın varlık sebebi; ins ü cin idrâki seviyesinde, Rabb'in varlık, birlik ve ulûhiyeti hakkında kâmil bir îmâna ulaşabilmek ve O’nu ibadetlerle tekrîm etmektir.

Bu maksadın gerçekleşmesi için de ins-ü cine âit meziyetlerin, peygamberlerin tebligâtıyla takviye edilerek kemâle ulaştırılmasının şart olduğu, bu ilâhî yardımla sâbittir.

Nasıl ki göz, görebilmek için ışığa muhtaçsa; akıl ve kalp de tefekkürde derinleşerek ilâhî hakîkatlere vâsıl olabilmek için “Kur’ân” ve onun hayata tatbiki demek olan “Sünnet”in nûruyla aydınlanmaya muhtaçtır. Zira insan aklı, ancak Kur’ân ve Sünnet ışığında hakka ve hayra ulaşabilecek şekilde yaratılmıştır. Kur’ân ve Sünnet’in açtığı tefekkür ufku olmasaydı, sırf aklımızla birçok hakîkati hem kavrayamaz hem de ifâde edemezdik. Nice feylesofun içine düştüğü karanlık dehlizlerde helâk olmaktan kurtulamazdık.

FİLOZOFLAR HAKİKATİ NE DERECE BİLEBİLİRLER?

Tarih şâhittir ki insanoğluna sadece dünya plânında huzur ve saâdet vaad eden beşerî felsefeleri vaz edenlerin, ne kendileri ne de takipçileri bu huzura kavuşabilmişlerdir. Çünkü kendisi de nihâyet bir insan olan filozofun, bütün mevcudâtın hakîkatini Yaratıcı’dan daha iyi bilmesine imkân ve ihtimal yoktur. İlâhî te’yîde mazhar olan peygamberler ve onların izinden yürüyen âlim ve ârif zâtlar ise beşeriyete her iki cihanda da saâdete erebilmenin reçetelerini sunarak, fânî hayatlarından sonra da gönüllerde yaşamaya devam etmişlerdir.

Hiçbir devirde ilâhî tebligattan ve nebevî terbiyeden mahrum bırakılmayan insanlık, rivâyete göre yüz yirmi dört bin küsur peygamberin irşâdı il hayatına devam etmiş ve âhir zamana geldiğinde, bu zamanın ihtiyaçlarına en güzel şekilde cevap veren son din İslâm ile müşerref olmuştur. Cenâb-ı Hak, İslâm’ı, Peygamber Efendimiz’in yirmi üç senelik nübüvvet hayatında peyderpey kemâle erdirmiş ve böylece kullarına olan dîn nîmetini tamamlamıştır. Cenâb-ı Hak, bundan sonra, kulları için dîn olarak sadece İslâm’dan râzı olduğunu ve ondan başka bir yol seçenlerden bunu aslâ kabul etmeyeceğini beyan buyurmuştur.( el-Mâide, 3; Âl-i İmrân, 19, 85)

TÜM CEVAPLAR İSLAM DİNİNDE MEVCUT MUDUR?

İslâm, en mükemmel dünya görüşüne sahiptir. Bir sistemin kâmil bir dünya görüşü sayılabilmesi için akla gelebilecek her suâle cevap verebilmesi ve bu cevapların da kendi içinde tutarlı olup, mantıkî bir teselsül ve âhenk sergilemesi lâzımdır. Bu vasıflar ise sadece İslâm’ın dünya görüşünde mevcuttur.

İslâm, hayatın bütün sahalarını kuşatan bir dünya görüşü ve davranış kâideleri manzûmesi tebliğ etmiştir. Hayatın hiçbir safhasını boş bırakmadan, insanın diğer insanlarla, kâinatla ve hepsinden mühimi de Yaratıcı’sıyla olan münâsebetlerini, en mükemmel kâidelerle ve bütün teferruâtıyla tanzim etmiştir. O, bu vasfıyla, âdeta bir teknik âletin kullanma kılavuzu gibidir.

Beşerî müdâhalelerle bozulmuş diğer semâvî dinlerle birlikte, insanoğlunun kendi eliyle îcâd ettiği bütün bâtıl dinler ve bilhassa filozofların ortaya attıkları dünya görüşleri ise noksanlık ve tezatlarla doludur.

DÜŞÜNCE EKOLLERİ DİN VE MANEVİYATI DIŞLIYORLAR

Bugün, global kültür istîlâsı neticesinde insan müfekkiresinin materyalist bir çerçeveye hapsedilmeye çalışıldığı ve kapitalist sistemin acımasız telkinleri sebebiyle nefsânî ihtirasların kirlettiği bir dünyada yaşıyoruz. Yine günümüzde akıl mahsûlü beşerî sistem ve düşünce ekollerinin, dîn ve mâneviyâtı baskı altına alarak, bunları hayatın her safhasından dışlamaya çalıştığını, esefle müşâhede etmekteyiz.

Çeşitli beşerî müdâhalelerle tahrife uğratılmış Yahudîlik ve akâidi insanlar tarafından konsillerde tanzim edilen Hristiyanlığın tenâkuzlarla dolu muhtevâsı, Batı’da bunlara bir reaksiyon olarak “aklı ön plâna çıkarıp dîni geri plâna atma” anlayışını doğurmuştur.

Tahrif edilmiş bir dinde aradığı cevapları bulamayan mütefekkir dimağların, başka arayışlara yönelmesi gâyet tabiîdir. Fakat onların çoğu, asırlardan beri mutaassıbâne bir sûrette İslâm aleyhine şartlandırılmış olduklarından, aradıklarının nerede mevcut olduğunu fark ederek İslâm’a yönelme imkânından mahrumdurlar. Bu sebeple asırların taassubunu elinin tersiyle bir tarafa iterek İslâm’a atf-ı nazar edip saâdete erenlerin sayısı oldukça azdır. Son zamanlarda nakil ve haberleşme vâsıtalarının çoğalması sebebiyle bu sayıda bir artış görülmekle beraber, bu durum henüz kifâyetli bir noktaya ulaşmış değildir. Dolayısıyla felsefenin Batı’da bu denli revaç bulmuş olmasına şaşırmamak gerekir.

BATI, İSLAM DÜNYASI'NA ÇARPIK FİKİRLERİNİ AŞILAMAYA ÇALIŞIYOR

Bununla birlikte, Batı’nın sırf bir araştırma ve çalışma esâsına riâyet sebebiyle teknik ve ekonomik sahada ilerleyip dünya üzerinde güçlü ve müessir bir mevkiye ulaşması, Müslüman milletler üzerinde de; “sanki medeniyette yükselebilmek için, aklı dînin önünde tutmak gerekirmiş” gibi bir anlayışın dalga dalga yayılmasına sebep olmuştur. Müslümanların tarihte İslâm’a sadâkatle bağlı oldukları dönemlerde dünyanın en muhteşem medeniyetlerini kurmuş oldukları gerçeği görmezden gelinerek, bu fikirler, âdeta salgın bir hastalık gibi, İslâm ülkelerinde de zihinlere aşılanmaya çalışılmaktadır.

Bu tehlikeli manzara karşısında, Müslümanların ve bilhassa İslâmî ilimlerle iştigâl edenlerin, son derece dikkatli ve firâsetli bir tavır sergilemeleri elzemdir.

Zira Batı felsefesine duyulan hevesin temel sebebi, “İslâm dünya görüşü”nün ihtişâmından lâyıkıyla haberdâr olunmamasıdır. Bu hâl, Güneş’i bilmeyenlerin, rastladıkları cılız bir mum ışığına hayranlık duymalarından farksızdır.

Cenâb-ı Hak, bizleri yüce Kitâb’ının gönül feyzinden mahrûm etmesin! Peygamberlerinin ve onların vârisi mevkiinde bulunan âlim ve ârif zâtların nurlu izinden ayırmasın. Yegâne hak dîn olan İslâm’ın kıymetini bilmeyi, onu en güzel şekilde idrâk edip yaşamayı ve böylece râzı olduğu kullarının arasına girebilmeyi cümlemize nasîb eylesin! Âmîn!.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, İslâm Nazarında AKIL VE FELSEFE, Erkam Yayınları