Hasta Kalplerin Özellikleri

HAYATIMIZ

Bun­lar, sıh­hat­li kalblerle mühürlü kalbler ara­sın­da bir mev­kî­de­dir­ler. Kur’ân-ı Kerîm’de hasta kalbler hakkında şöyle buyrulur: فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضاً وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ “Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allâh da onların hastalığını artırmış­tır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azâb vardır.” (el-Bakara, 10)

Âyet-i kerîmede kalblerinin hasta olduğu bildirilen bu kimseler, sâdece dilleriyle inandıklarını söyleyen, lâkin nefsâniyetin sultası altında bulundukları için sâlih bir yaşayışı olmayan kimselerdir. Îmân, bunların kalblerine tam olarak yerleşmemiştir. Bu nevî­ kalb sâhiplerinin hâ­li, be­de­nen has­ta insan­la­rın ıztırap içindeki hâline ben­zer. Ne dün­ye­vî ha­yat­la­rın­da bir âhenk, ne de iç âlemlerinde hu­zur var­dır. İç âlem­le­rin­de­ki be­lir­siz­lik dış âlem­le­ri­ni, dış âlem­le­rin­de­ki dü­zen­siz­lik de iç âlem­le­ri­ni men­fî te­sir al­tın­da bı­ra­kır. Allâh Teâlâ bu kişilerin içine düştüğü durumu şöyle ifâde buyurur:

أُولَـئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ

 “İşte onlar, hidâyet karşılığında dalâleti satın almışlardır. Onların bu ticâ­reti kazançlı olmamış ve doğru yolu da bulamamışlardır.” (el-Bakara, 16)

Al­lâh’ın âyet­le­ri­ni lâyıkıyla idrâk etmeye mâ­nî olan vasıflar; ki­bir, ucub, hased ve dün­ya sev­gi­si gi­bi kal­bî has­ta­lık­lardır. Bu kişiler, mânevî bir terbiye görüp nefslerini tezkiye etmediği müd­det­çe Allâh’ın râzı olduğu davranış güzelliğine kavuşamazlar ve Kur’ân’ın es­râ­rın­dan his­se alamazlar. Ni­te­kim:

سَأَصْرِفُ عَنْ آيَاتِيَ الَّذِينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي اْلأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ

“Dün­ya­da hak­sız ye­re ki­bir­le­nip bü­yük­lük tas­la­yan­la­rı, âyet­le­ri­mi ge­re­ği gi­bi an­la­mak­tan uzak­laş­tı­racağım...” (el-A’râf, 146) şeklindeki ilâhî tehdîd bu­nu açık­ça ifâ­de eder.

De­mek olu­yor ki kalb, mâ­ne­vî ter­bi­ye yoluyla te­rak­kî et­me­di­ği tak­dir­de, Kur’ân, kâinât ve in­sa­nın es­râ­rın­dan lâyıkıyla his­se ala­bil­mek müm­kün de­ğil­dir. Âyet-i ke­rî­mede Ce­nâb-ı Hak:

أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي اْلأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لاَ تَعْمَى اْلأَبْصَارُ وَلكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ

(Ey Ha­bî­bim! Sa­na kar­şı ge­len­ler) hiç yer­yü­zün­de do­laş­ma­dı­lar mı? (Şâyet yeryüzünü dolaşıp onu ib­ret na­za­rıy­la seyretmiş ol­sa­lar­dı), dü­şü­ne­bi­le­cek­le­ri kalb­le­ri, işi­tebile­cek­le­ri ku­lak­la­rı olur­du. Ger­çek şu ki, göz­ler kör ol­maz; lâ­kin gö­ğüs­ler için­de­ki kalb­ler kör olur.” (el-Hacc, 46) bu­yur­mak­tadır. Bu âyet-i kerîme, kâinâta ve hâdisâta gönül gözüyle ve ib­ret na­zar­ıyla bakarak ilâhî intikâmın tecellî ettiği kavimlerin âkıbetinden ders alabilmenin kalb­leri ih­yâ edip onlara şifâ vereceğini be­yân et­mek­te­dir.

Şu ha­dîs-i şerîf, kal­bi her türlü hastalıktan mu­hâ­fa­za­ etmenin zarûretini ne gü­zel ifâ­de eder:

“Ha­be­ri­niz ol­sun ki, bedende bir et par­ça­sı var­dır. O iyi olur­sa bü­tün be­den iyi olur; o bo­zuk olur­sa bü­tün be­den bo­zuk olur. İş­te o, kalb­dir.” (Bu­hâ­rî, Îmân, 39)

Âlimler kalbî hastalıkları, umûmî olarak îtikâdî ve ahlâkî olmak üzere iki kısımda mütâlaa etmişlerdir. Buna göre inkâr, nifâk, şirk, cehâlet ve şüphe gibi inanç sapmaları “îtikâdî hastalıklar”; şehvete düşkünlük, günâha temâyül, korkaklık, cimrilik, riyâ, kibir, haset ve dünya sevgisi gibi vasıflar da “ahlâkî hastalıklar” olarak tavsif edilmiştir.

Kalbdeki hastalığın esas sebebi, temeli cehâlet ve îtikad zayıflığına dayanan, nefsin hevâ ve heveslerine tâbî olmaktır. Mâsiyetin artması ise, hastalığın artmasına ve belki de kalbin kilitlenip mühürlenmesine sebep olur.

Menfî duygu, düşünce ve davranışlar sebebiyle perdelenen kalb, hakîkati göremez hâle gelir, görse bile eksik ya da yanlış görür. Bu ise, kalbin hak ve hakîkate karşı şüpheye düşmesine ve körelmesine yol açar. Îmânın mahalli olan kalb bu şekilde yara alınca, îmân da güç ve kuvvetini kaybederek sâlih ameller sergileyemez hâle gelir. Böyle bir kalb, Allâh ve Rasûlü’ne karşı gerekli hürmet ve muhabbeti gösteremediği gibi kulluğa da sıkıca sarılamaz.

Netice olarak; has­ta ve gâ­fil kalb­ler­le ya­pı­lan amel­ler, Hak ka­tın­da kıy­me­ti­ni kay­be­der. Kalb­ler, Hak nû­ruy­la ay­dın­lan­ma­dık­ça kör­le­şir ve his­siz­le­şir. Kâinattaki ilâ­hî es­râ­rın işlendiği bin­bir na­kı­şı ve ihtişâmı gö­re­mez hâ­le ge­lir.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları