“Halifeler Kureyş’tendir” Hadisi

Siyer-i Nebî

İslâm âlimlerine göre halifenin Kureyş’ten olmasının gerekçeleri nelerdir? “Şüphesiz bu iş (hilafet), dini ayakta tuttukları (ve âdil davrandıkları) müddetçe Kureyş’te olacaktır. Kim bu hususta onlara düşmanlık ederse, Allah onu yüzüstü yere serip rezil eder” ve “İmamlar Kureyş’tendir” hadislerini nasıl anlamalıyız?

Halifenin Kureyşîliği meselesi bu alanda en çok tartışılan konulardan biri olmuştur. İslâm âlimleri umumiyetle halifenin Kureyş’ten olması gerektiği görüşünü kabul etmişlerdir.[1] Gerekçe olarak da şunları söylemişlerdir: Çünkü Kureyş, Allah Rasûlü’nün kabilesidir. Bu sebeple, Allah katında değerli ve ikramlara mazhar olmuş bir kabiledir.[2] Kur’ân-ı Kerim’deki Kureyş sûresi buna delildir. Rasûlullah (s.a.v) de Kureyş’in faziletine dair şöyle buyurmuştur:

“Kureyş, ensar, Cüheyne, Müzeyne, Eslem, Eşcaʻ ve Ğıfâr kabileleri benim hâlis dostlarım ve yardımcılarımdır. Onların Allah’tan ve Rasûlullah’tan başka velileri (dostları, himaye edenleri) yoktur.”[3] “Allah Teâlâ İbrahimoğulları’ndan İsmail’i seçti. İsmailoğulları’ndan Kinâneoğulla­rı’nı seçti. Kinâneoğulları’ndan Kureyş’i seçti. Kureyş’ten Hâşimoğulları’nı seçti. Hâşimoğulları’ndan Abdülmuttaliboğulları’nı seçti. Abdülmuttaliboğulları’ndan da beni seçti.”[4]

Rasûl-i Ekrem (s.a.v) halifenin Kureyş’ten olduğunu açıkça ifade etmiştir: “Şüphesiz bu iş (hilafet), dini ayakta tuttukları (ve âdil davrandıkları) müddetçe Kureyş’te olacaktır. Kim bu hususta onlara düşmanlık ederse, Allah onu yüzüstü yere serip rezil eder.”[5] “Kureyşli biri, Kureyş’ten olmayan bir adamın kuvvetinin iki misline sahiptir.” Zührî’ye (v. 124/742), bu son hadisle ne kastedildiği sorulunca: “Zekâ, asalet ve görüş isabeti” diye cevap vermiştir.[6] Yani onların görüşleri daha az hata eder, bu sebeple de İmâmet-i Kübrâ onlara tahsis edilmiştir.

“İMAMLAR KUREYŞ’TENDİR” HADİSİ

Bu konuda Dihlevî şöyle der: Hilafet için aranan şartlar arasında -kuvvetli ve mürüvvet sahibi olmanın yanında- bir de Nebiyy-i Ekrem’in neslinden olmak vardır ki insanlar onu hafife almasınlar. Nitekim Allah Teâlâ, Benî İsrâil’e peygamber gönderirken hep Mûsâ (a.s)’ın veya diğer bir peygamberin neslinden olan kişileri vazifelendirmiştir. Bu, Rasûlullah’ın (s.a.v) de tatbik ettiği bir sünnettir. Zira O: “İmamlar Kureyş’tendir.” buyurmuştur.[7] Böylece Cenâb-ı Hakk’ın Benî İsrâil’de icra ettiği Sünnetullah’a muvafık düşmek istemiştir.[8]

Yine Dihlevî, hilafette “Nebî (s.a.v) ile büyük dedede soy birliğinin şart olduğunu söyler. Ona göre halifenin kabilesi Allah Rasûlü’ne nispet edilirse insanlar onu küçümsemezler.[9]

“SENDEN SONRA İDARE KİME KALACAK?”

Hz. Ali ve Hz. İbn Abbas (r.a) şöyle demişlerdir: Rasûlullah (s.a.v) (İslâm’ı tebliğ ettiği ilk günlerde) Mekke’de kendisini kabilelere arz eder ve onlara zafer vaʻd ederdi. Onlar: “Senden sonra idare kime kalacak?” dediklerinde sükût buyurur, cevap vermezdi. Zira bu hususta kendisine bir şey emredilmemişti. “Muhakkak ki o, hem senin için, hem kavmin için bir şereftir…”[10] âyet-i kerimesi nâzil olduktan sonra böyle bir şey sorulunca: “Kureyş’e!” demeye başladı. İnsanlar da onu kabul etmezlerdi. Nihayet ensar, idare Kureyş’e ait olmak üzere Efendimiz’in davetini kabul ettiler.[11]

Kâbe sebebiyle Mekke’nin ibadet ve dolayısıyla ticaret merkezi olması, önceden beri bütün insanların Kureyş’e hürmet duymasını sağlıyordu. Bu sebeple ticarî panayırlarda Kureyş tüccarlarının ciddi bir hâkimiyeti ve tesiri vardı. Diğer Arap tüccarlar ticaretlerini yürütebilmek için Kureyş lehçesini öğreniyor ve konuşmalarında bu lehçeyi kullanmaya dikkat ediyorlardı. Bununla birlikte Kureyş örfünü de öğrenip tatbik ediyor ve gittikleri yerlere bunu taşıyorlardı. Bu da Kureyş’in o günkü dünyada ağırlığını artırıyordu. Başına buyruk yaşamaya alışmış bedevi kabileler ancak Kureyş’e itaat edebilirdi. Bu sebeple halifenin Kureyş’ten olması İslâm’ın birliği ve devamı için mühim bir esas idi. Nitekim Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) insanların Kureyş’e tâbi olduklarını ifade ederek: “Bu (idarecilik) hususunda insanlar Kureyş’e tabidir, Müslümanları Müslümanlarına, kâfirleri de kâfirlerine”[12] buyurmuştur.

Nitekim Temim kabilesinden Mâlik bin Nüveyre, Rasûlullah’ın (s.a.v) vefatını işitince zekât olarak topladığı develeri sahiplerine iâde etmiş, kabilesine kendilerinden zekât istememesi hâlinde Rasûlullah’ın yerine geçecek Kureyşli’nin yanında yer alabileceklerini, bu malların kendi hakları olduğunu söylemişti.[13] Burada Mâlik’in açıkça “Kureyşli” şartını koşması, ona itaatinin bile şartlı olacağını söylemesi, o günkü Arapları başka hiçbir kabilenin bir araya getiremeyeceğini göstermesi açısından câlib-i dikkattir.

İDARENİN KUREYŞ’TE OLMASININ ŞARTLARI

Ancak idarenin Kureyş’te olmasını Allah Rasûlü (s.a.v) “dini ayakta tuttukları müddetçe”[14] “hükmedebildikleri, âdil oldukları, kendilerine güvenilerek emanet verildiğinde ona ihanet etmeyip hakkıyla eda ettikleri ve kendilerinden merhamet istendiğinde merhamet ettikleri müddetçe”[15] ifadeleriyle kayıtlamıştır. Allah’ın dinini ayakta tutma konusunda kusur gösterir, ilâhî hudutları aşmaya başlar, adaletle hükmedemez, emanete ihanet eder ve zayıflara zulmederlerse hilafete hakları ortadan kalkar, onlara itaat etmek gerekmez, idare hususunda kendileriyle çekişmek caiz olur. Hatta bu şartları yerine getirmeyen Kureyşliler tehdit bile edilmişlerdir.[16]

Hz. Ebûbekir Sakîfe’deki konuşmasında:

“Bu (idare) işi, Allah’a itaat ettikleri ve O’nun emri üzere müstakim olarak devam ettikleri müddetçe Kureyş’tedir. Bu size ulaşmıştır veya onu Rasûlullah’tan (s.a.v) işitmişsinizdir. «…Birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir»[17]. Biz emiriz, siz vezirsiniz, dinde kardeşlerimiz ve o hususta ensarımız (yardımcılarımız)sınız” demişti. Ondan sonra Ömer (r.a) konuşmasında: “Allah adına size yemin veriyorum ey ensar topluluğu! Rasûlullah’ı (s.a.v) işitmediniz mi veya sizden kim onu şöyle buyururken işitti: «İdareciler, Allah’a itaat ettikleri ve O’nun emri üzere müstakim olarak devam ettikleri müddetçe Kureyş’tendir” diye sordu. Ensardan bazıları: “Evet, işittik, şimdi hatırladık” dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer:

“Biz de bu işi ancak bundan dolayı istiyoruz. Sakın hevanızın peşine düşmeyin, haktan başka ancak dalâlet vardır, nasıl da döndürülüyorsunuz?” dedi.[18]

Kalʻâcî, Hz. Ebûbekir’in bu sözünden, hilafetin mutlaka Kureyş’te olmadığını çıkarır. Bilâkis Kureyş Allah’ın emrini insanlar arasında ikame etmeye kâdir oldukları müddetçe hilafet Kureyş’tedir. Bunu gerçekleştirmekten âciz kalırlarsa veya Allah’ın emrini insanlar arasında ikame etmeye onlardan daha kâdir biri çıkarsa hilafet Kureyş’ten ona geçer.[19]

Demek ki hilafetin Kureyş’ten olması şartı, o zamanki şartlar gereği insanların ancak onlara itaat etmesi ve hâkimiyeti ancak onların sağlayabilecek olması sebebiyledir. Asıl üzerinde durulan mesele dinin ayakta tutulması ve Müslümanların adaletle idare edilmesidir. Bunu sağlayan kişi halife olarak kabul edilebilir.

Dipnotlar:

[1] Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, I, 251-252. [2] Bkz. Ebû Nuaym, Maʻrifetü’s-sahâbe, I, 12. [3] Buhârî, Menâkıb, 2. [4] Müslim, Fedâil, 1; Tirmizî, Menâkıb, 1. [5] Buhârî, Menâkıb, 2. [6] Ahmed, IV, 81, 83. Şuayb Arnaût, Buhârî’nin şartları üzere “sahih” olduğunu söylemiştir. Hadisin geniş tahlili için bkz. Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-âsâr (I-XVI), thk. Şuayb Arnaût, Müessesetü’r-Risâle, 1415, VIII, 153. [7] Ahmed, III, 129. [8] Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, II, 173, 358. [9] Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, II, 173. [10] ez-Zuhruf, 44. [11] İbn Adî, Ebû Ahmed Abdullāh b. Adî b. Abdillâh el-Cürcânî (v. 365/976), el-Kâmil fî duafâi’r-ricâl (I-IX), thk. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali Muhammed Muavviz - Abdülfettah Ebû Sünne, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1418/1997, IV, 508; Süyûtî, Abdurrahman b. Ebî Bekr, Celâlüddin (v. 911/1505), ed-Dürrü’l-mensûr fi’t-tefsîr bi’l-me’sûr (I-VIII), Beyrut: Dâru’l-Fikr, ts., VII, 380. Râvîlerinden Seyf b. Ömer zayıftır, rivayetlerinin bir kısmı meşhurdur ancak çoğunluğu “münker”dir, mütâbaat edilmez. [12] Buhârî, Menâkıb, 1. [13] Fayda, Hulefâ-yı Râşidîn Devri, s. 133. [14] Buhârî, Menâkıb, 2. [15] Ahmed, II, 270 (Şuayb Arnaût Şeyhayn’ın şartları üzere “sahih” olduğunu söylemiştir). Krş. Ahmed, III, 129, 183, IV, 396; Hâkim, IV, 546 (Zehebî “sahih” olduğunu söylemiştir). [16] Ahmed, III, 183. Şuayb Arnaût “zayıf” olduğunu söylemiştir. [17] el-Enfâl 8/46. [18] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VIII, 246/16537. Krş. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, XIII, 116. [19] Kalʻacî, Muhammed Revvâs, Mevsûatü fıkhi Ebî Bekri’s-Sıddîk, Dımaşk: Dâru’l-Fikr, 1403/1983, s. 48.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.