Hakikat Zıtlarla Netleşir

TEFEKKÜR

İnsan idrâki, bu dünyadaki her şeyi ancak zıddı ile kavrayacak şekilde yaratılmıştır. Meselâ renkler arasında kontrast/zıtlık arttıkça daha net bir görüntü elde edilir. Tıpkı siyah bir örtü üzerinde beyaz bir noktanın hemen fark edilmesi gibi. Bu hakîkat, maddî-mânevî her hususta geçerlidir.

İstanbul’un büyük velîlerinden Sümbül Efendi, bir gün talebelerine:

“–Eğer bütün dünyayı baştan sona değiştirme imkânına sahip olsaydınız, neler yapardınız?” diye sormuş.

Her bir talebe, kendi gönül ufkuna göre en doğru, en güzel ve en mutlu dünyayı târif etmiş. Kimi:

“–Dünyadaki bütün kötülüklerin yok olmasını isterdim!” demiş. Kimi:

“–Bütün dünyanın cennet bahçesi misâli, çiçeklerle müzeyyen olmasını isterdim.” demiş. Kimi de:

“–Bütün gariplerin sevindiği, çâresizlerin dertlerine çâre bulduğu, bütün hastaların şifâ-yâb olduğu huzur dolu bir dünya isterdim.” diye cevap vermiş.

Talebelerinin fikirlerini tek tek dinleyen Sümbül Efendi, bir tanesinin hiç söz almadığını fark etmiş ve:

“–Oğlum Muslihiddin, sen ne düşünüyorsun? Dünyayı nasıl değiştirmek isterdin?” diye sormuş. Muslihiddin:

“–Efendim, ben, -hâşâ- Cenâb-ı Hak’tan daha âlim, daha hikmet sahibi değilim. Ben âciz bir kulum. İnsan nefsini tanırsa Rabbini daha iyi tanır. Şüphesiz O’nun tesis etmiş olduğu bu dünya hayatında her şeyin bir yeri ve hikmeti vardır. Bana kalmış olsa, ben her şeyi yine olduğu gibi merkezinde bırakır ve takdîr-i Hüdâ’dan râzı olurdum.” demiş.

Gözde talebesi Muslihiddin’in bu cevabını çok beğenen Sümbül Efendi:

“–Evlâdım, çok güzel ifâde ettin. Mâdem sen, bu dünyada her şeyi merkezinde bıraktın, biz de bundan sonra sana «Merkez Efendi» diyelim.” demiş.

İLAHİ İBRETLER VE HİKMETLER

Düşünmek gerekir ki, bir tiyatro sahnesinde bir senaryo oynansa gayet kolay anlaşılır. Fakat iki-üç senaryo aynı anda sahneye konulsa, roller birbirine karışıp senaryolar anlaşılmaz bir hâl almaya başlar. Hâlbuki cemâdat, nebâtât ve hayvanâtıyla sayısız varlıkların âdeta ilâhî bir senaryoyu andıran kaderlerinin aynı anda sahnelendiği bu dünya hayatında, böyle bir karmaşa ve keşmekeş yaşanmaz. Bilâkis bütün hâdisat, vukuat ve oluşlar; birbirini âhenkle tamamlayan ilâhî kudret ve sanat hârikaları, ilâhî ibretler ve hikmetler manzûmesidir.

Gerçekten, bir imtihan mekânı olan bu dünyada her şey, hamd, şükür, zikir ve rızâya vesîle olacak şekilde Cenâb-ı Hak tarafından sonsuz bir ilim ve hikmetle tanzîm edilmiştir. O’nun tanzîminde boş ve abes yaratılmış hiçbir şey yoktur. Hiçbir şey, O’nun ilim ve hikmet sıfatlarıyla tezat teşkil edemez. Bu sebeple beşer aklının çözemediği hâdiseleri de tevekkül ve teslîmiyetle karşılamak îcâb eder.

İnsan idrâki, bu dünyadaki her şeyi ancak zıddı ile kavrayacak şekilde yaratılmıştır. Meselâ renkler arasında kontrast/zıtlık arttıkça daha net bir görüntü elde edilir. Tıpkı siyah bir örtü üzerinde beyaz bir noktanın hemen fark edilmesi gibi. Bu hakîkat, maddî-mânevî her hususta geçerlidir.

Bundan dolayıdır ki; soğuk bilinmeden sıcak tam olarak kavranamaz. Yiyeceklerin ekşisi, acısı tuzlusu olmasaydı, tatlı ve lezzetli olanı da bilinemezdi. Hastalıktan önce sıhhatin, ihtiyarlık başa gelmeden önce gençlik ve zindeliğin, yoğun meşgaleden önce boş vaktin kıymetinin lâyıkıyla bilinememesi de bu sebeptendir.

ÂLEMDE HER ŞEY ZIDDIYLA KAİM

Bütün bunlar gibi hakkın ve hayrın fazîleti de, bâtıl ve şerrin rezillik ve çirkinliği karşısında daha net olarak idrâk edilir. Merhum Necip Fâzıl’ın;

Ey düşmanım, sen benim ifâdem ve hızımsın;

Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lâzımsın…

mısrâları, âlemde her şeyin zıddıyla kâim oluşunun edebî bir ifâdesidir. Yani kötü örnekler, güzel örneklerin idrakteki yerini daha da netleştirir.

Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de “esfel-i sâfilîn / aşağıların en aşağısı” durumundaki Firavunları, Hâmanları, Nemrutları misal verdiği gibi; bunun zıddına hakkı, hayrı ve güzel ahlâkı tebliğ eden, ebedî saâdet rehberi peygamberleri ve onlar içinde de bilhassa beşeriyete emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak armağan ettiği Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i de misal vermektedir.

Velhâsıl bu âlemde her şey zıddıyla kâimdir. Zıddı olmayan bir şeyin, idrâk edilmesi mümkün değildir. Allâh’ın zâtının beşer idrâkiyle kavranamayışı da O’nun eşi-benzeri olmadığı gibi, zıddının da bulunmayışındandır.

İşte îmânın aydınlattığı hikmet ve mârifet nazarıyla kâinâta bakılırsa her şeyin mânâsı berraklaşır, kötülüklerin ve şerrin bile yersiz ve hikmetsiz olmadığı kolayca anlaşılır. Fakat insan, hayat ve hâdiselere sadece tek bir cihetten bakarsa, hikmetini kavrayamadığı bâzı aksilikler sebebiyle lüzumsuz yere ye’se kapılıp karamsar olabilir. Hâlbuki şu âyet-i kerîmenin beyân ettiği hakîkat ne kadar hikmetlidir:

“…Bâzen siz bir şeyden hoşlanmazsınız, hâlbuki o sizin için bir hayırdır. Ve bâzen de bir şeyi seversiniz, hâlbuki o sizin için bir şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)

O hâlde doğruyu ve gerçeği arayan insan, her şeyi sırf kendi ölçüleriyle değil, ilâhî hakîkatlerle mîzân etmelidir. Zira bu dünya ölçülerinde zaaf olarak görülen nice hâller vardır ki, ilâhî mîzanda meziyet ve fazîlet olarak tecellî eder.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Bir Nasihat, Binbir İbret, Erkam Yayınları