Hak Dostlarından Hikmetler

EZCÜMLE

 Kötü huylu, riyâkâr, kibirli ve egoist kimselerde görülen zâhirî güzelliklerse, sun’î bir makyajdan ibarettir. Onlarda kalbî derinlik, takvâ, ihlâs ve samimiyet olmadığı için, bu sahte güzelliklerin hiçbir kıymeti yoktur.

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Güzel huylu birinin ağzındaki soğan kokusu, kötü huylu kimsenin elindeki gülden daha güzeldir.”

[Hatâsızlık, yalnız Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa rehber olarak gönderdiği peygamberler bile, “zelle” denilen gayr-i irâdî hatâlar işlemişlerdir. Fakat onlar, ilâhî te’yîde mazhar olduklarından, hemen hatalarını tashih etmişlerdir. Bu hâl, hem onların ümmetlerine örnek olmaları içindir, hem de bir beşer olduklarının unutulmaması ve kendilerine halk tarafından ulûhiyet izâfe edilmemesi hikmetine binâendir.

Aynı şekilde, sâlih kişilerin de umûma zarar vermeyen cüz’î hataları bulunabilir. Lâkin o zâtların, yüksek ihlâs, takvâ ve güzel ahlâkları; o küçük hata ve kusurları setreder.

Kötü huylu, riyâkâr, kibirli ve egoist kimselerde görülen zâhirî güzelliklerse, sun’î bir makyajdan ibarettir. Onlarda kalbî derinlik, takvâ, ihlâs ve samimiyet olmadığı için, bu sahte güzelliklerin hiçbir kıymeti yoktur.

Şeyh Sâdî Hazretleri’nin bu hikmetli beyânındaki “güzel huylu kimsenin ağzındaki soğan kokusu” ifadesi, mecâzî bir misaldir. Kötü kokuların, insanlara, hattâ meleklere eziyet verdiği, dolayısıyla çiğ soğan-sarımsak yiyen birinin mescide gelmemesi yönünde nebevî îkazların bulunduğu mâlumdur. Şeyh Sâdî Hazretleri’nin burada kasdettiği ise; sâlih mü’minlerin, nefse hoş gelmeyen zâhirî noksanlıklarına takılıp da onlardan uzak kalmanın, büyük bir mahrûmiyet sebebi olduğudur. Zira mü’minin vazifesi, her hâlükârda hakîkat ehlinin yanında yer almaktır. O sâlih kullardan mânen istifâde etmeye çalışmaktır.

Diğer taraftan, kâfirlerin ve fâsıkların ellerindeki dünyevî imkânlara ve maddî nîmetlere bakıp onlara imrenmek ise, hatâ ve aldanışın en büyüğüdür. Zira o nîmetler nefse hoş gelse de -Kur’ânî ifâdesiyle-مَتَاعٌ قَلِيلٌ yani “azıcık bir menfaat”tir.

İlk müslümanlar, Mekke’de binbir zulüm, işkence, hattâ ambargoya mâruz kalmışlardı. Mâsum yavruların açlık âvâzeleri civar mahallelerden işitiliyordu. Bu, insanın tahammülünü zorlayan, çok ağır bir imtihandı. Bazı sahâbîler dediler ki:

“‒Bizler Rabbimiz’e kul olabilmek için her türlü cefâya katlanıyoruz. Allâh’a isyan eden kâfirler ise dünyada refah içinde rahat rahat dolaşıyor, dünya nîmetlerini istedikleri gibi kullanıyorlar…”

Bunun üzerine Rabbimiz, mü’minlere dünyadan çok daha hayırlı olan ukbâyı tercih etmelerini, âyet-i kerîmede şöyle emretti:

“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer Cehennemʼdir. O ne kötü varış yeridir! Fakat Rabʼlerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah tarafından bir ikram olarak, altlarından ırmaklar akan, ebedî olarak kalacakları Cennetler vardır. Ebrâr (hayır-hasenat sahipleri) için, Allah katındaki (nîmetler) daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrân, 196-198)

Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz de:

“Cennet, nefsin sevmediği şeylerle (yani amel-i sâlihlerle); Cehennem ise, nefse hoş gelen ve nefsin arzuladığı şeylerle (yani nefsâniyeti tahrik eden günahlarla) çevrilmiştir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Rikāk, 28; Müslim, Cennet, 1)

Dolayısıyla müʼmin dâimâ, zahmetler içindeki rahmeti görebilmelidir. Nefsânî arzulara; yani dışı parlak, içi çürük meyvelere tâlip olmaktan sakınmalıdır.

Dünyanın câzibelerinden müstağnî bir hayat yaşayan Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bu hususta da ümmetine en zirve örnek teşkil etmiştir.

PEYGAMBER EFENDİMİZİN YÜZÜNDEKİ HASIR İZİ

Bir gün Hazret-i Ömer (r.a.), Peygamber Efendimiz’in hâne-i saâdetlerine gelmişti. Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. Her taraf bomboştu. Evin içinde hurma yapraklarından örülmüş bir hasır vardı. Allah Rasûlü onun üzerine yaslanmıştı. Kuru hasır, Hazret-i Peygamber (s.a.s.)’in mübârek teninde izler bırakmıştı. Bir köşede bir ölçek kadar arpa unu vardı. Onun yanında da, çivide asılı eski bir su kırbası duruyordu. Hepsi bu kadardı!.. Arabistan Yarımadası’nın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e tâbî olduğu bir günde, O’nun dünyaya âit mal varlığı bunlardan ibaretti.

Hazret-i Ömer (r.a.) bunu görünce, içini çekti. Kendini tutamadı, gözleri doldu ve ağlamaya başladı. Peygamber Efendimiz (s.a.s.):

“–Niçin ağlıyorsun ey Ömer?” diye sordu. O da:

“–Niçin ağlamayayım yâ Rasûlâllah! Kayser ve Kisrâ dünya nîmetleri içinde yüzüyor! Allâh’ın Rasûlü ise kuru hasır üzerinde yaşıyor!..” dedi.

Efendimiz (s.a.s.), Hazret-i Ömer’in gönlünü aldı ve:

“–Ağlama ey Ömer! Dünyanın bütün nîmet ve zevkleri onların, âhiretin de bizim olmasını istemez misin?!.” buyurdu.1

Şunu da unutmamak lâzımdır ki Cenâb-ı Hak, en sevdiği kullarını, en ağır çilelerin çemberinden geçirmiştir. En büyük mahrumiyet ve iptilâları, peygamberlerine, velî kullarına ve derece derece sâlih mü’minlere yaşatmıştır.

Böylece onlar, ilâhî imtihan tecellîlerine karşı sergiledikleri “sabır, rızâ ve şükür” hâliyle ümmete numûne teşkil etmişlerdir. Ayrıca onların bu sabırları, kendileri için de müstesnâ bir tezkiye ve büyük bir terfi-i derecât vesîlesi olmuştur.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Senin emrine tâbî ve hizmetine âmâde bir köleye bile lüzumsuz yere ve haddinden fazla öfkelenme. Haddini bil de aşırı gitme! Zira mahşer günü kölen âzâd olur, serbest bırakılır ve onun efendisi olan sen zincire vurulursan, bu senin için en büyük rezilliktir!..”

[İnsan, kaderini kendisi tayin edemez. İlâhî tanzim, takdir ve taksîmat gereği; kimi insanlar âmir, kimileri memur olur. Kimileri zenginlikle, kimileri fakirlikle imtihan edilir. Bazıları işveren, bazılarıysa işçi olmak durumundadır.

Fakat toplum hayatındaki bu dünyevî mevkîler, insanların aslî değerlerinin ölçüsü değildir.

Bu itibarla hasbe’l-kader yüksek bir dünyevî mevkîde bulunuyorsak şunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız:

Biz, emrimiz altındakilerin yerinde olabilirdik; onlar da bizim yerimizde olabilirlerdi. Biz onların yerinde olsaydık nasıl muâmele görmeyi arzu ederdik? Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz vefatına yakın:

“Aman namaza dikkat ediniz! Aman namaza dikkat ediniz! Emriniz altındaki kişilerin haklarına riâyet ediniz.” vasiyetinde bulunmuştu. (Bkz. Ahmed, VI, 290, 315)

O hâlde biz de bugün emrimiz altındakilere, Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in bize emrettiği gibi muâmelede bulunmak durumundayız. Fakat maalesef günümüzde “dünyevîleşme” âdeta bir salgın hâline geldi. Materyalist düşünce tarzı, zihinleri ve gönülleri esir aldı. Bu sebeple insanların kıymeti; ekseriyetle malı, mülkü, makamı ve şöhretiyle ölçülür oldu.

BİR İNSANIN ASIL DEĞERİ

Hâlbuki insanın asıl değerini Cenâb-ı Hak şöyle bildiriyor:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ

“…Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır...” (el-Hucurât, 13)

Yani her insan, gönlündeki “takvâ” hassasiyeti nisbetinde, kıyamet günü kıymet kazanacak. Bu bakımdan, kimin ne olduğu ve hangi seviyede bulunduğu, asıl âhirette ortaya çıkacak. Kıyâmet günü nice sultanlar köle, nice köleler sultan olacak...

Kabristanlar, bu hususta ne dehşetli ibret levhalarıdır. Nice muazzam servet sahipleri de, buna mukâbil dünyada tek bir dikili taşı olmayan garipler de aynı toprağın altında yatıyor. Hiçbir şeyimiz olmadan geldiğimiz dünyadan, maddî olarak yalnız bir kefenle gideceğiz. O da bir müddet sonra çürüyüp toprak olacak. Bugün sahiplik iddiâ ettiğimiz hiçbir şeyi yanımızda götüremeyeceğiz. Kabrimize yalnızca müsbet veya menfî amellerimizle gireceğiz.

Sâlih amellerle rûhâniyetini inkişâf ettiren Hak dostları, fânî ömürlerinden sonra da Cenâb-ı Hakk’ın sevdirmesiyle unutulmuyor, gönüllerde yaşamaya devam ediyorlar. Bu Hak dostlarından biri olan Yunus Emre Hazretleri, fânî dünyanın ibret dolu manzarasını ne güzel tasvir ediyor:

Yalancı dünyaya konup göçenler,

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

Üzerinde türlü otlar bitenler,

Ne söylerler ne bir haber verirler!

Kiminin başında biter ağaçlar,

Kiminin başında sararır otlar,

Kimi mâsum, kimi güzel yiğitler,

Ne söylerler ne bir haber verirler!

Kimisi bezirgân, kimisi hoca,

Ecel şerbetini içmek de güç a!..

Kimi ak sakallı, kimi pîr koca,

Ne söylerler ne bir haber verirler!

YALAN DÜNYA DEĞİL MİSİN?

Cihan sultanlarını irşâd eden Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de, bu dünyanın hakîkatini mısrâlarında ne güzel îzah ediyor:

Kim umar senden vefâyı,

Yalan dünya değil misin?

Muhammedü’l-Mustafâ’yı

Alan dünya değil misin?

Eğer şâh u eğer bende,

Her kişiyi salan bende,

Kimse mekân tutmaz sende,

Vîran dünya değil misin?

Velhâsıl; bu fânî ve gelgeç dünyada imtiyaz sebebi sayılan makam, rütbe, apolet, servet ve şöhret; ebedî âhiret hayatında hiçbir değer ifade etmeyecek. Kişinin saâdet sermâyesi; îman, ihlâs, takvâ ve sâlih amelleri olacak.

Dolayısıyla bugün dünyevî şartlarına bakarak hiç kimseye karşı büyüklenmemek îcâb eder. Zira kalplerin pencereleri Cenâb-ı Hakk’a açıktır. İbâdullâh’ı istihkārdan, yani Allâh’ın kullarını hor görerek kalplerini kırmaktan titizlikle sakınmak gerekir.

Gerçek üstünlük, son nefeste kazananlardan olabilmeye bağlı. Unutmayalım ki bugün ehemmiyet verilmeyen ve küçük görülen nice insan, yarın belki de gıptayla bakılan zirvelerden olacaktır.

AKIL HASTALARINA MUÂMELE ÖRNEĞİ

Ne ibretlidir ki ecdâdımız, hiç kimseyi küçük görmeme ahlâkının toplumdaki bir tezâhürü olarak, akıl hastalarına dahî “muhterem âcizler” demişlerdir. Yani onların insanlık haysiyetini korumak için “muhterem”; Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkatleri sebebiyle de “âciz” ifadesini tercih etmişlerdir.

Hâlbuki o dönemin Hristiyan Batı dünyası, psikiyatrik hastaları; “Bunların içine cin girmiş!” deyip ateşe atıyordu.

Demek ki her medeniyet, kendi insan tipini meydana getiriyor. İnsana bakıştaki nezâket farkı da, o insan tipinin aslî karakterine ayna tutuyor…]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Her yüzü güzel olanın, sûreti gibi sîreti de güzel olmaz ki! İş gönüldedir, dış görünüşte değil.”

[Sûret güzelliği, Cenâb-ı Hakk’ın bir takdîridir. İnsana verilen diğer imkânlar gibi, bir imtihan vesîlesidir. İnsanlar, yaratılış îcâbı farklı ırklarda ve renklerde dünyaya gelirler. Bunda kulun bir dahli yoktur. Dolayısıyla yaratılıştan gelen bu husûsiyetlerin hiçbiri, Allah katında bir üstünlük veya noksanlık sebebi değildir.

Bu bakımdan, ırkî asabiyetin hiçbir mantıkî değeri yoktur. Tamamen cehâletin getirdiği bir hamâkattir.

KULA NE FAYDA SAĞLAR?

Kişinin rengi, ırkı, dış güzelliği; yarın ilâhî mahkemede kula bir fayda sağlamaz. Kula fayda sağlayacak olan; îman, ihlâs ve takvâ ile müzeyyen bir “kalb-i selîm”dir. Bütün iş, huzûr-i ilâhîye “kalb-i selîm” ile varabilmektir.

İlâhî takdir neticesi olan zâhirî güzelliğin, âhirette kazanç mı yoksa zarar mı getireceği, kulun bu dünyada nasıl davrandığına bağlıdır. Yani kul, zâhirî güzelliğine aldanıp nefsânî arayışlara girerse veya mağrur olup kendini başkalarından üstün görürse; o nîmet, âhirette ağır bir azâba dönüşecektir.

Fakat bunun aksine kul, sûret güzelliğini sîret güzelliğiyle, yani gönül güzelliğiyle mezcedip Rabbine şükrünü artırırsa, bu sefer de o nîmet vesîlesiyle büyük mükâfatlara nâil olacaktır. Yahut sûret güzelliğinden mahrum bir kul, Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine rızâ gösterip sabır ve şükürle kulluğa devam ederse, âhirette bunun mükâfâtıyla mesrûr olacaktır. Esas ve ebedî hayat olan âhirette herkesin sûreti de, bu dünyadaki sîretine göre tecellî edecektir.

Nitekim âyet-i kerîmelerde insanların kıyâmet günündeki hâlleri şöyle tasvîr edilmektedir:

“O gün birtakım yüzler parlak, güleç ve sevinçlidir. Yine o gün birtakım yüzleri de keder bürümüş, hüzünden kapkara kesilmiştir. İşte bunlar kâfirlerdir, günahkârlardır.” (Abese, 38-42)

Velhâsıl beden, toprağa verilecek bir kurbandır. İnsanı yüceltecek olansa “selîm” bir kalptir. Dolayısıyla müʼminin derdi, dış güzelliğini artırmaktan ziyâde, iç âlemini temizlemek, hissiyâtını güzelleştirmek, kalbini îman nûruyla süslemek olmalıdır.

Şâir ne güzel söyler:

Îmandır o cevher ki, İlâhî ne büyüktür!

Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür...

Cenâb-ı Hakk’ın insanlıkta tecellî eden en müstesnâ sanat hârikası, hiç şüphesiz ki Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’dir. Cenâb-ı Hak O’nun müstesnâ güzelliklerini “sirâc-ı münîr”, yani “nur saçan bir kandil”e teşbih buyurmuştur.2

O Varlık Nûru, aynaya bakıp münevver ve mücellâ “sûret”ini temâşâ ettiğinde, hemen asıl meselenin “sîret” güzelliği olduğunu ifade ederek:

“Allâh’ım! Yaratılışımı güzel kıldığın gibi, ahlâkımı da güzelleştir.” niyâzında bulunurdu. (Ahmed, I, 403; Beyhakî, Şuab, VI, 262/4145, XI, 62/8184)

Cenâb-ı Hak:

“Asra (zamana) yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak îmân edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (el-Asr, 1-3) buyuruyor.

Demek ki insan; îman ve sâlih amelden mahrumsa, hakkı ve sabrı yaşayarak tavsiye etmekten uzak kalırsa, sahip olduğunu zannettiği hiçbir şeyin kıymeti yoktur. Gaflet içinde ömür tüketen bir insan, Yusuf (a.s.) kadar cemâl sahibi olsa, Nuh (a.s.) kadar uzun ömürlü olsa, Süleyman (a.s.) kadar varlıklı olsa, yine de hüsrandadır. Esas güzellik, zenginlik ve saltanat; Cenâb-ı Hakk’a güzel bir kul olabilmektir. Hakk'a kul olabilmek, bu dünyadaki en yüksek pâyedir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Her gözü, kulağı, ağzı olan; insan değildir. Nice şeytanlar vardır ki, Âdem­oğlu kılığında görünürler. Gerçek insan; ahlâkı güzel olan, mümtaz ve mükerrem kişidir.”

[Unutmamak gerekir ki, ahlâkı güzel olmayanın zâhirî güzelliği, emânet alınmış bir süslü kaftan gibidir. Asıl iş, son nefeste o süslü kaftanı, yani beden emânetini toprağa verdiğinde, rûhunun güzel olup olmayacağıdır. Fânî bedenin sahte makyajına aldanmak, ne büyük bir gaflettir, ne fecî bir hüsran sebebidir.

Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur…”

“Cesedine yağlı-ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor.”

“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü-kuvvetli gitsin!”

Demek ki, maddî ve fânî câzibeler peşinde koşup mânevî güzellikleri ihmal etmek, yani îman ve takvâdan mahrum bir ömür tüketmek, korkunç bir ebediyet intiharıdır!..]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Cevher, çirkefe de düşse yine cevherdir. Toz göklere de çıksa, yine değersiz bir tozdur.”

[Arapça bir ifade vardır:

شَرَفُ الْمَكَانِ بِالْمَكِينِ

Yani bir mekânın şerefi, orada oturan kimseyle kāimdir. Dolayısıyla insanın kadr u kıymeti; oturduğu muhite, bindiği arabaya, giydiği elbisenin markasına bağlı değildir. Bunlarla îtibar arayanlar, aynadaki yalana aldananlardır. Ruhsuz bir maddeyle, kuru bir şekil ve geometriyle kendilerine olan alâkayı artırmaya çalışanlar, ancak aşağılık duygusunu bastırma insiyâkıyla yaşayan sefih kimselerdir. Hâlbuki kişinin kendine âit zâtî bir fazîleti yoksa, hiçbir dünya metâı, ona bir izzet ve şeref satın alamaz. Bunun zıddına, fazîletli bir insan da, bütün dünya nîmetlerinden mahrum kalsa, bu durum onun Hak katındaki kadr u kıymetine zerre kadar halel getiremez.

Bu bakımdan gerçek mü’min­­ler, mâdenler içinde altın gibidirler. Altın, çamura da düşse sâfiyetini kaybetmez. Gerçek mü’minler de dünyanın iptilâlarına dûçâr olsalar bile, hâlis altın veya pırlanta gibi özünü ve değerini koruyabilen yüksek şahsiyetlerdir.

Tıpkı Âsiye Vâlidemiz gibi… O sâliha hanım, zâlim Firavun’un zevcesi olduğu hâlde, kalbindeki ihlâs, sadâkat ve takvâsıyla îmânını muhafaza etti. Canını verse de, îmânından aslâ tâviz vermedi.

GERÇEK MÜ'MİN

Gerçek bir mü’min de, hangi toplum içinde olursa olsun, her hâlükârda îman heyecanını ve İslâm’ın şahsiyet, karakter ve vakarını koruyabilen insandır.

Meselâ ticarî hayatını, toplumda yaygınlaşmış olan kapitalizmin istismar ve hodgâmlık esaslarına göre değil, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği helâl ve haram hudutlarına göre, sadâkat ve dürüstlük gibi ahlâkî ölçülere göre tanzim edebilen insandır. Haksızlığa mâruz kalsa bile haksızlık etmeyen, nefsine zor gelse bile dâimâ hak ve adâletten yana olan, asil ruhlu insandır.

Nasıl ki altın cevherinin kalitesi, çeşitli derecelerde harârete tâbî tutulmasıyla tespit edilirse, kalpteki îmânın seviyesi de çeşitli musîbet ve felâketler karşısında; sabır, sebat, metânet, tevekkül, rızâ ve teslîmiyet gösterip muvâzeneyi/dengeyi her hâlükârda korumakla anlaşılır.

Müʼminin hayatında zenginlik, fakirlik, hastalık, sıhhat, sevinç, keder gibi pek çok med-cezirler olabilir. Bütün bunlar, ilâhî imtihan tecellîleridir. Kul ne zaman Allâh’ın takdîrine gönül hoşluğuyla boyun eğerek rızâ hâlinde karar kılarsa, Cenâb-ı Hak da o kulundan râzı olur.

ÎMÂNIN ALÂMETLERİ

Bunun için kalplerdeki îmânın sarsılmaz bir dağ gibi sapasağlam olması îcâb eder. Sâmi Efendi Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“İstikâmet sahibi, dağ gibi müstakîm olmalıdır. Çünkü dağın dört alâmeti vardır:

1) Sıcaktan erimez,

2) Soğuktan donmaz,

3) Rüzgârdan devrilmez,

4) Sel alıp götürmez.”

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Sayı: 369, Kasım 2016