Hacc-ı Mebrur Ne Demek?

İSLAM

Haccı îfâya yönelen âşık gönüller, bir taraftan bu duâ ile yoğrulurken diğer taraftan da Harem-i Şerîf dâhilinde ve bütün Mekke sokaklarında Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dolaştığını, yaşadığını düşünerek belki O’nun mübârek ayaklarının izi üzerinde bulunabileceğini hayâl eder, o izlere cân u gönülden yüz sürebilmenin heyecânını yaşar ve ondan intikâl etmiş nice hâtıralarla dolarlar.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

ذَلِكَ وَمَنْ يُعَظِّمْ شَعاَئِرَ اللهِ فَاِنَّهاَ مِنْ تَقْوَى الْقُلوُبِ

“Her kim Allâh’ın nişânelerine hürmet gösterirse, (bilsin ki) hiç şüphesiz bu, kalblerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32) sırrından alınan yüce bir nasiptir.

HACC-I MEBRUR

Hac, sırf maddî ve zâhirî bir ibâdet değildir. Onun mânevî yönü, zâhirî yönünden çok daha mühimdir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in «hacc-ı mebrûr» ifâdesiyle kasdettiği hac da, böyle baştan başa mânevî güzelliklerden ibâret bir hacdır. Bu yönüyle hac; duâ, tevbe ve istiğfâr ile gönüllerin ilâhî rahmet, bereket ve fazîletlere nâil olmasıdır. Hayatın sâlih amellerle mâmûr edilmesidir. Hacdan sonra da bu hâlin devâmı için Cenâb-ı Hakk’a söz verilmesidir.

HAZRET-İ İBRAHİM'İN DUÂSI

Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm-’ın şu duâsı ne güzeldir:

“Ey Rabbimiz! İkimizi (oğlum İsmâil’i ve beni) Sana teslîm olanlardan eyle! Neslimizden de Sana teslîm olanlardan bir ümmet yetiştir! Bize ibâdet yollarımızı göster; tevbemizi kabul buyur! Sen tevbeleri dâimâ kabul eden, merhametli olansın!” (el-Bakara, 128)

PEYGAMBERİMİZİN MEKKELİ MÜŞRİKLERE İLK TEBLİĞİ

İşte haccı îfâya yönelen âşık gönüller, bir taraftan bu duâ ile yoğrulurken diğer taraftan da Harem-i Şerîf dâhilinde ve bütün Mekke sokaklarında Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dolaştığını, yaşadığını düşünerek belki O’nun mübârek ayaklarının izi üzerinde bulunabileceğini hayâl eder, o izlere cân u gönülden yüz sürebilmenin heyecânını yaşar ve ondan intikâl etmiş nice hâtıralarla dolarlar. Meselâ Safâ Tepesi’nde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke müşriklerine hitâb edişini düşünüp o günleri gözlerinde canlandırırlar. Yine düşünürler ki, o Âlemlerin Efendisi, bu tepeden Mekkelilere Ebû Kubeys Dağı’nı gösterip şöyle buyurmuştu:

“–Size; «Şu dağın arkasında düşman var; buraya doğru yaklaşmaktadır. Canınıza kasdedecek, tedbir alın!» desem, bana inanır mısınız?”

Mekkeliler de:

“–İnanırız. O dağın arkasını görmesek de, Sen «Muhammedü’l-Emîn» olduğun için verdiğin haberin doğruluğundan aslâ şüphe etmeyiz!” demişlerdi.

Bunun üzerine O Varlık Nûru Efendimiz:

“–Buna inandığınız gibi şuna da inanınız ki, bu âlemi yaratan, tek ve kâdir olan bir Allâh var! Taptığınız putlar, âciz birer taş, toprak veya odun parçalarıdır. Bunları terk edip bir olan Allâh’a îmân ediniz. Biliniz ki, Allâh beni size peygamber olarak gönderdi.” dediğinde ise, başta amcası Ebû Leheb olmak üzere o nasipsiz müşrikler:

“–Sen bizi buraya bunun için mi çağırdın?” diyerek O’ndan yüz çevirmiş ve dağılmışlardı. Vicdânen doğruluğunu kabul ettikleri hâlde nefsâniyetleri muktezâsı O’nu yalanlamışlardı.

Fakat o Âlemlerin Efendisi, bu ve benzeri nice gaflet ve dalâlet tezâhürlerine rağmen yılmamış, nebevî bir gayretle ilâhî hakîkatleri susuz gönüllere bir âb-ı hayât gibi takdîme her hâlükârda devâm etmişti.

HACDA BU HAKİKATLERİ TEFEKKÜR ETMELİYİZ

İşte hacda böyle ibretli hakîkatleri tefekkür ederek, alıcı bir gönül kıvâmıyla etrâfa nazar edersek Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın rahle-i tedrîsine mekân olan Dâru’l-Erkâm’ın önünde, içerideki huşû dolu Kur’ân tâlimlerinin akislerine ulaşabiliriz. Bu tâlimlerin ardından gerçekleşen hicret ve sonrasında yaşanan ilâhî bereketlere gönül testimizi uzatabiliriz.

Bilhassa Sevr Mağarası’nda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Hazret-i Ebû Bekir arasındaki mânevî alışverişten nasiplenir ve onların orada kaldıkları üç gün içerisinde ilâhî esrâra gark olma ve kalbi inkişâf ettirme istikâmetinde yaşadıkları husûsî sohbete istîdâdımız nisbetinde dâhil olabiliriz. O sohbetle başlayan “altın silsile”nin muhabbet, aşk ve vecd iklîminde gönüllerimize kâmil mânâda îmânın halâvetini tattırabiliriz.

MEKKE'NİN FETHİNİ HAYÂL EDEREK YAPILACAK BİR HAC

Bu halâveti tadarak her biri bir yıldız misâli olan ashâb-ı kirâma tâbî olur, bin bir hikmet ve ibret dolu Medîne-i Münevvere hâtıralarından sonra tekrar Mekke-i Mükerreme’ye dönüşü, yâni o mübârek beldenin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından fethini hayâl edip gözümüzde canlandırabiliriz.

Etraftaki dağlara bakarken Mekke’yi fethe gelen sahâbe ordusunun müşriklere korku salmak için yaktıkları çalı çırpıyla vücûda getirdikleri binlerce meş’alenin görüntülerini zihnen o yerde sâbitmiş gibi rüyâya benzer bir müşâhede âleminde seyredebiliriz. Bilâl-i Habeşî’nin o gün Beytullâh’ın üstüne çıkarak okuduğu yanık ezan sesini duyar gibi olabiliriz. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:

“…Hak geldi, bâtıl zâil oldu...” (el-İsrâ, 81) âyetini okuyarak Kâbe’deki putları devirişini hayâl edebiliriz.

GÖNLÜMÜZ DE BİR KÂBE

Ardından bizim gönlümüzün de bir Kâbe gibi olduğunu, oranın da birtakım nefsânî muhabbetlerle puthâne hâline gelebileceğini kavrayıp hac ibâdetinin her safhasından edindiğimiz rûhânî ve mânevî bir kuvvetle o putları devirmeye ve gönlümüzü kâmil mânâda bir nazargâh-ı ilâhî kılmaya yönelebiliriz.

İşte böyle daha nice tecellîlere nâiliyet kapısı olan hac ibâdeti, herkes için mânevî bir arınma, durulma ve dirilme hâdisesidir. Bu dirilişin yaşandığı hac farîzası, ferdi, dînin kemâline istikâmetlendiren şümûllü bir ibâdettir.

Hac, var­lık ve nefs el­bi­se­lerinden sıy­rı­larak rûhânî bir hayâta adım atmaktır. Hac, in­san rû­hu­nun âhen­gi­ni, ik­lî­mi­ni ve ren­gi­ni bul­du­ğu, as­lî hü­vi­ye­ti­ni ka­zan­dı­ğı, feyz yağ­mur­la­rıy­la yıkanıp arın­dı­ğı, rû­hâ­ni­yet te­zâ­hür­le­riy­le do­lu bir ibâ­det­tir.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hacc-ı Mebrur ve Umre, Erkam Yayınları.