Güzel Örnek Olmak ile İlgili Misaller

PEYGAMBERİMİZ

Peygamber Efendimizin örnekliği ile ilgili hadisler.

Hakk’a dâvet hizmetinde bulunurken tesirli söz söyleyebilmek ve hayırlı bir netîce elde edebilmek için, her şeyden evvel örnek bir karakter ve şahsiyet sergilemek lâzımdır. Zîrâ yaşanmayan ve örnek davranışlarla misallendirilmeyen hakîkatler, kuvveden fiile çıkma imkânı bulamaz. Hayâta geçirilmeyen fikirler, kitap satırları arasında kalmaya mahkûm olur.

O hâlde bir müslümanın İslâm’a yapabileceği en büyük hizmet, onu önce kendi hayâtına en güzel bir şekilde tatbik etmektir. Zîrâ söyledikleriyle yaptıkları birbirini tutmayan bir kimsenin insanları iknâ edebilmesi mümkün değildir.

Allah Teâlâ; kişinin sözü ile özünün, konuştuklarıyla yaptıklarının birbiriyle tezat teşkil etmemesini emretmiştir.[1] Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, böyle bir tezat içinde bulunanların hazin âkıbetini şöyle beyan buyurur:

“Kıyâmet gününde bir kimse getirilip Cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı fırlar ve o hâliyle değirmen çeviren merkep gibi döner. Cehennem ehli başına toplanır ve:

«Ey filân, bu ne hâl? Sen bize iyiliği emredip kötülükten nehyetmez miydin?» derler. O da:

«Evet, size iyiliği emreder fakat kendim yapmazdım; sizi kötülükten sakındırır fakat kendim yapardım.» diye cevap verir.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 10)

Başkalarına iyilikleri tavsiye ederken kendilerini unutan gâfillerin bu fecî âkıbeti, hepimiz için büyük bir ibret olmalıdır. Öğrendiğimiz ve başkalarına tavsiye ettiğimiz güzelliklerle evvelâ kendi hayâtımızı süslemeliyiz. Böyle yaşayan samîmî kimseler, yüzlerine bakılınca Allâh’ı hatırlatan sâdık ve velî kullardan olurlar. Nitekim ashâb-ı kirâm:

“–Allâh’ın velî kulları kimlerdir?” diye sorduklarında, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“(Allâh’ın velî kulları) yüzlerine bakıldığında Allah Teâlâ’yı hatırlatan kimselerdir.” buyurmuştur. (Heysemî, X, 78; İbn-i Mâce, Zühd, 4)

İşte bir bakıma bu hadîs-i şerîfin îzâhı mâhiyetinde, başımızdan şöyle bir hâdise geçmişti:

Merhum Sâmi Efendi Hazretleri ve refâkatinde bulunan merhum pederim Mûsâ Efendi ile Bursa’dan İstanbul’a dönüyorduk. Yalova’da araba vapuruna binmek için vâsıtamızla sıraya geçecektik. Araçların kargaşaya mahal vermeden düzenli olarak sıraya girmesiyle alâkadar olan kâhyâ, bizim arabamıza da yer gösterirken gözü arka tarafta oturan Sâmi Efendi ve Mûsâ Efendi’ye ilişti. Hergün yüzlerce sîmâ ile karşılaşan kâhyâ, şaşkınlık içinde bir an durakladı. Sonra yaklaştı. Arabanın camından içeriye daha dikkatlice baktı; derin bir iç çekti ve şöyle dedi:

“–Allah Allah! Ne garip dünya! Yüzler var melek gibi... Yüzler var Nemrut gibi...”

Velhâsıl, özüyle, sözüyle, hâl ve davranışları itibârıyla güzel örnek olabilmek, İslâm’ı tebliğ hizmetinde kullanılabilecek en tesirli bir lisandır. Bu lisan, hikmet ve ibretler sergisi olan kâinâtın, sessiz-sözsüz, fakat son derece fasih ve beliğ lisânı gibidir. Yine bu lisan, hakîkate teşne her idrâk tarafından anlaşılabilen “hâl lisânı”dır. Bu lisânı anlamayan hiçbir millet yoktur. Bu lisân ile konuşulduğunda kendisine ulaşılamayacak hiçbir insan mevcut değildir. Hâl lisânının sürçmesi ve hatâsı da yoktur. Gâyet sâde, özlü, berrak ve anlaşılır bir lisandır.

 GÜZEL ÖRNEK OLMA ÖRNEKLERİ

Peygamberimizin Örnekliği

Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, dünyayı teşrîfinden itibâren müstesnâ bir hayat yaşamış, İslâm’ı tebliğe başladığında da her şeyden önce üstün ahlâkı ve nezih hayâtıyla örnek olmuştu.

Risâlet vazifesi kendisine tevdî edildiğinde, mes’ûliyetinin büyüklüğünden duyduğu endişe ile muzdarip bir hâlde bulunan Peygamber Efendimiz’i, zevce-i muhteremesi Hatîce vâlidemiz şu sözleriyle tesellî ve teşvik ediyordu:

“Asla korkma! Vallâhi Allah Teâlâ Sen’i hiçbir zaman utandırmaz. Zîrâ Sen, sıla-i rahimde bulunursun, doğru söylersin, işini görmekten âciz olanların yükünü taşırsın, fakire ihsanda bulunur, hiç kimsenin veremeyeceği kadar verirsin. Misâfire ikrâm edersin. Hak yolunda zuhûr eden hâdiseler karşısında (insanlara) yardım edersin! Emânete riâyet edersin. Senin ahlâkın pek güzeldir.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1; Müslim, Îman, 252; İbn-i Sa’d, I, 195)

Şüphesiz ki bu ifâdeler, âlemlere rahmet ve insanlığa örnek şahsiyet olarak gönderilen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, gönülleri fetheden sayısız güzelliklerinden sadece bir kısmını sergilemekteydi.

Melik’in Müslüman Olmasına Vesile Olan Şey

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm’a dâvet mektubu kendisine ulaşan Umman meliki Cülendî, önce Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hayâtı hakkında mâlûmat istedi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yüce ahlâk ve fazîletlerini öğrendikten sonra da şöyle diyerek Müslüman oldu:

“–Allah bana bu ümmî Peygamber’i tanımayı nasîb etti. O, hiçbir iyiliği, ilk defâ kendisi tatbik etmeden kimseye emretmiyor; her kötülükten uzak kalıyor ve insanlara örnek olarak o kötülüklerden nehyediyor. O mutlaka gâlip gelecek, kendisine mânî olunamayacaktır. Mutlaka üstün gelecek, darda bırakılmayacaktır. O, ahde vefâ gösterir, va’dini yerine getirir. Ben kesinlikle kabul ediyorum ki, O bir peygamberdir.” (İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 262)

Hakîkaten Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir şeyi emrettiğinde bunu evvelâ kendisi yaşayarak örnek olur, ardından mü’minler de O’ndan gördüklerini bir ibâdet heyecanı içinde tatbîke çalışırlardı. Bu, Allah Rasûlü’nün en büyük tâlim ve telkin metodu idi. Aynı zamanda bu keyfiyet, O’nun getirdiği dînin hak olduğunu gösteren en büyük delillerden biridir. Çünkü bir emir getirmiş, bunu evvelâ kendisi tatbik etmiş; bir şeyden nehyetmiş, bundan evvelâ kendisi uzaklaşmış; bir nasihatte bulunmuş, evvelâ kendisi o nasihatten hisse almış; insanları Allâh’ın azâbıyla korkutmuş, en çok korkan kendisi olmuş; Allâh’ın rahmetiyle ümidlendirmiş, ümid edenlerin önderi bizzat kendisi olmuştur…

Benden Gördüğünüz Gibi Namaz Kılınız

Mâlik bin Huveyris -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

Yaşça akran beş on kişiyle (İslâm’ı öğrenmek üzere) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gidip yirmi gün kaldık. Peygamber Efendimiz, pek merhametli ve şefkatli idi. Âilelerimizi özlediğimizi anlayınca geride kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de söyledik. Bunun üzerine buyurdu ki:

“Ehlinizin yanına dönünüz ve aralarında bulununuz. Onlara gerekli bilgileri öğretiniz, söylenecek şeyleri söyleyiniz.”

Daha birçok şeyler buyurdu ki, şimdi bunların bir kısmını hâlâ hatırlıyorum, bir kısmını ise hatırlayamıyorum. Sonra şöyle devâm etti:

“Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız. Namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezan okusun, en yaşlınız da imam olsun.” (Buhârî, Ezân, 18)

Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz evvelâ bu sahâbîlerine fiilî bir kıstas olmuş, dînin nasıl yaşanacağını öğretmiş, sonra da kavimlerine dönerek onların arasında söz ve davranış cihetiyle numûne-i imtisâl bir hayat sürmelerini emretmiştir. Zîrâ bizzat ve hâl ile numûne olabilmek, en tesirli tebliğ ve tâlim metodudur.

Namazı İlk Vaktinde Kılmanın Fazileti

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namazı ilk vaktinde kılmayı tavsiye eder, geciktirmeyi hoş görmeyerek ashâbına şu îkazda bulunurdu:

“Namazın ilk vaktinde Allâh’ın rızâsı, son vaktinde ise affı vardır.” (Tirmizî, Salât, 13/172)

Ümmetine böyle tavsiyede bulunan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu fazîleti herkesten daha titiz bir şekilde bizzat kendisi yaşardı. Zîrâ O, hayâtı boyunca namazlarını dâimâ ilk vaktinde kılmıştır. Nerede ve ne hâl üzere bulunursa bulunsun, vakti girdiği anda hemen namazını kılmaktan çok hoşlanırdı.[2]

Bunun misallerinden biri şu hâdisedir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı (bir sefer esnâsında) dar bir geçide girmişlerdi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz bir bineğin üzerindeydi. Yağmur üzerlerinde devamlı yağıyor, altlarında meydana gelen çamur (bataklık hâlini almış, yere inmelerine mânî oluyordu). Namaz vakti de gelmişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müezzine emretti, müezzin ezan okudu, kâmet getirdi. Fahr-i Kâinât Efendimiz de bineğinin üzerinde öne geçti ve ashâbına namaz kıldırdı. Îmâ ile namaz kılıyordu. Secdeleri yaparken rükûdan biraz daha fazla eğiliyordu. (Ahmed, IV, 173-174)

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz de şöyle der:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazı son vaktine kadar iki defâ bile tehir etmeden Allah Teâlâ O’nu katına aldı.” (Tirmizî, Salât, 13/174; Ahmed, VI, 92)

Yâni bir defâ mâzerete binâen namazını tehir etmek mecbûriyetinde kalmıştı, onun dışında ise hep ilk vaktinde kıldı.

Haramları Terk Etmek

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, haramları terk husûsundaki örnekliğine dâir bir misal de şöyledir:

Allah Rasûlü, altın kullanmanın erkeklere haram kılındığını ashâbına tebliğ ederken parmağındaki altın yüzüğü cemaate göstermiş:

“–Ben bu yüzüğü takıyor ve kaşını da elimin içine çeviriyordum.” dedikten sonra onu çıkarıp atmış ve:

“–Vallâhi bir daha onu takmayacağım!” buyurmuştur. (Buhârî, Eymân, 6)

İslâm, erkeklerin altın yüzük vb. şeyleri kullanmalarını yasaklamıştır. Zîrâ Cenâb-ı Hak, erkeklerin erkeklik vakârını, hanımların da hanımlık haysiyetini muhâfaza ederek yaşamalarını murâd etmektedir. İşte bu misalde olduğu gibi Rabbimiz bütün ilâhî hükümlerini tebliğ etmesi için, kullarına Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i örnek şahsiyet olarak lutfetmiştir. Dolayısıyla insanları Allâh’ın dînine ve râzı olduğu işlere dâvet etmenin en güzel yolu, tıpkı Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yaptığı gibi, o güzellikleri önce şahsî hayâtımızda sergileyerek örnek olabilmemizdir.

Asıl Sen Dikkat Et ve Düşmekten Sakın!

İnsanlar örneksiz yapamadıkları için, kendilerine iyi veya kötü, muhakkak bir örnek şahsiyet bulurlar. Bu sebeple insanların kendisini örnek alıp tâbî olduğu kişiler, bilhassa dînî mevzularda çok hassas davranmalıdırlar. Zîrâ onların bu husustaki en küçük bir hatâsı, toplumun büyük bir kısmına mâl olabilir ve pek çok kişiyi yoldan çıkarabilir.

Birgün İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, çamurda yürüyen bir çocuğa rastlamıştı. Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek:

“–Evlâdım, dikkat et de düşmeyesin!” dedi.

Çocuk da, zekâ ve basîret parlayan gözleriyle İmâm’a döndü ve kendisinden beklenmeyecek bir olgunlukla şu karşılığı verdi:

“–Ey İmâm! Asıl sen dikkat et ve düşmekten sakın! Çünkü âlimin düşmesi, âlemin düşmesi demektir. Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup peşinizden gidenlerin de ayakları kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırmak, oldukça güçtür!..”

Ebû Hanîfe Hazretleri, bu sözden çok müteessir oldu ve sarsıldı. Artık o günden sonra, talebeleriyle birlikte uzun müzâkerelerde bulunduktan sonra fetvâ verirdi. Talebelerine de şu nasihatte bulunurdu:

“Şayet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tâbî olmayınız. İslâm’da kemâlin alâmeti budur. Bana olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çıkar...”[3]

Vakitsiz Ziyaretin Sebebi

Halîfe Ömer bin Abdülazîz, insanlara güzel örnek olabilme husûsunda zirve şahsiyetlerden biridir. Onun pek çok güzel hâllerinden biri de şöyledir:

O, bir gece evinde otururken vezirlerinden biri kapıya geldi. Halîfe:

“–Böyle vakitsiz ziyâretinizin sebebi nedir?” diye sordu. Vezir:

“–Müzâkeresi elzem olan bir mesele için geldim.” cevâbını verdi. Ömer bin Abdülazîz:

“–Ayrı bir odada meseleyi müzâkere için başka kandilim yok. Beytülmâl’den ancak bir kandile kifâyet edecek kadar yağ almaktayım, onu da âilem ile birlikte kullanıyorum.” dedi.

Vezir:

“–Yarınki istihkâkınıza mahsûben lâzım olan yağı Beytülmâl’den
alsak olmaz mı?” diye sordu.

Halîfe; “–Olur.” diyerek bir senet yazdı ve veziri, kiler emînine gönderdi. Kiler emîni senedi okuduktan sonra:

“–Bu yalnız yarınki istihkâkın senedidir, kifâyet etmez. Halîfenin, yarına çıkacağına dâir de bir senet imzalaması lâzımdır ve o senedi de getirmeniz îcâb eder.” cevâbını verdi.

Bu cevap üzerine çâresiz kalan vezir, kendi evinden tedârik ettiği yağ kandilini alarak tekrar halîfenin huzûruna çıktı. Görüşmek istediği meseleyi müzâkere edip karara bağladıktan sonra vezir, halîfeye hitâben:

“–Efendim, Beytülmâl’den aldığınız şeylerin kâfî gelmediği görülüyor. Biraz daha fazlasını emir buyursanız da bir kısmını ihtiyaten biriktirip vefâtınızdan sonra evlât ve torunlarınızın zarûrî ihtiyaçları için bıraksanız?!” dedi.

Bu teklif karşısında Ömer bin Abdülazîz şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Eğer benim geride kalan evlâtlarım sâlih kimselerden olurlarsa, onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. Zîrâ Cenâb-ı Hak; «...Allah sâlih kullarının velâyet ve vesâyetini bizzat deruhte eder.» (el-A’râf, 196) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, onların velîsi ve vasîsi olduktan sonra onların ilerde karşılaşacakları hâllerden hiç endişe etmem. Yok, sâlih değil de sefih olacaklarsa, böyleleri hakkında da yine Kur’ân-ı Kerîm’de; «Mallarınızı sefihlere vermeyiniz…» (en-Nisâ, 5) buyrulmuştur. Bu nehy-i ilâhîye rağmen sefih olacak çocuklarıma mal mı toplayacağım!”[4]

Baba İçin Ahiret Vebali

Ömer bin Abdülazîz’in, halîfe olduğu günden itibâren çocuklarına karşı muâmelesi de değişmişti. Hilâfete geçtiği gün, halk büyük kalabalıklar hâlinde Ömer bin Abdülazîz’e bey’at ederken izdiham sebebiyle oğlu Abdülmelik’in elbisesi yırtılmıştı. Bunu gören Ömer bin Abdülazîz, oğluna:

“–Evlâdım, git elbiseni diktir. Zîrâ bugünden itibâren belki bu elbiseden başka bir elbise bulamayacak ve buna muhtaç olacaksın!” demişti.

Ömer bin Abdülazîz, her gece kızlarına uğrar, hâl ve hatırlarını sorduktan sonra uyumaya giderdi. Bir gece yine onlara uğramıştı. Babalarının geldiğini duyan kızları, elleriyle ağızlarını kapatarak kapıyı açtılar. Ömer bin Abdülazîz, yanlarında bulunan mürebbiyelerine, niçin böyle yaptıklarını sorunca, şu cevâbı aldı:

“–Yanlarında mercimek ve soğandan başka yiyecek bir şey yoktu. Soğan kokusu sizi rahatsız etmesin diye ağızlarını kapatıyorlar.”

Onların bu zühd, edeb ve hassâsiyeti karşısında Ömer bin Abdülazîz’in gözleri yaşardı ve kızlarına:

“–Kızlarım! Sizin çeşitli ve güzel yemeklerle dünya nîmetlerine tâlip olmanız, babanız için bir âhiret vebâli olabilirdi.” dedi.

Örnek Şahsiyet Sergilemenin Önemi

Her hususta örnek bir şahsiyet sergilemenin ehemmiyetini gösteren şu misâl de pek ibretlidir:

Emevî halîfelerinden Velid bin Abdülmelik, güzel binâlara meraklıydı. Onun devrinde insanlar da ona bakarak emlâk ve binâ merakına düştüler. Meclislerde ve mahfillerde devamlı inşaattan bahsedilir oldu.

Süleyman bin Abdülmelik, yiyip içmeye düşkün bir hükümdardı. Onun zamanındaki insanlar da yeme-içme lâkırdılarıyla vakitlerini israf ederlerdi.

Ömer bin Abdülazîz ise âbid, zâhid ve takvâ sâhibi bir mü’mindi. Onun döneminde halk, ibâdet, tâat ve infakta yarışır hâlde idi. Meclislerde; “Bu gece evrâdın ne idi, Kur’ân-ı Kerîm’den kaç âyet hıfzettin, bu ay kaç gün oruç tuttun ve ne kadar infakta bulundun?” gibi sözler konuşulur, böylece insanlar birbirlerini hayra teşvik ederlerdi.[5]

Seni Bu Kadar Mahzun Eden Şey Nedir?

Abdullah bin Mübârek Hazretleri, kötü huylu bir kimseyle yolculuk yapmıştı. Seyahatleri bitip ayrıldıklarında, Abdullah bin Mübârek içli içli ağlamaya başladı. Bu hâle şaşıran dostları:

“–Neden ağlıyorsun? Seni bu kadar mahzûn eden şey nedir?” diye sordular.

O kadri yüce Hak dostu, derin bir iç çekti ve nemli gözlerle:

“–O kadar yolculuğa rağmen beraberimde bulunan arkadaşımın kötü hâllerini düzeltemedim. O bîçârenin ahlâkını güzelleştiremedim. Düşünüyorum ki; acabâ benim bir noksanlığımdan ötürü mü ona faydalı olamadım? Şayet o, benden kaynaklanan bir hatâdan dolayı istikâmete gelmediyse, yarın hâlim nice olur!..” dedi ve boğazında düğümlenen hıçkırıklarla ağlamaya devâm etti.

GÖREREK, YAŞAYARAK ÖĞRENME

Velhâsıl, insanlar görerek öğrenmeye daha müsâittirler. Önlerinde güzel bir örnek olduğunda hemen onu taklit etmeye başlarlar. Dolayısıyla İslâm’ı ve güzel ahlâkı tebliğ ve tâlim ederken o güzellikleri bizzat yaşayarak örnek olmak çok mühimdir. Yâni bildiklerimizle amel etmek ve güzel bir örnek olabilmek, mücerred sözlerden çok daha tesirli bir vâsıtadır. Bu sebeple hâl ehli insanlar, Hakk’a ve hayra dâvet hizmetinde daha fazla muvaffak olmaktadırlar.

İslâm’ı tebliğ husûsunda güzel örnek olmak, kişinin bizzat kendi nefsini de mes’ûliyetten kurtarır. Zîrâ insan, kendi yapmadığı şeyleri başkalarına söylediğinde, ilâhî itâba mâruz kalır.

Şuna da dikkat etmek gerekir ki, Cenâb-ı Hak kişiyi, söylediği ve yazdığı hakîkatler husûsunda samimiyet imtihânına tâbî tutuverir. Bildikleriyle amel etmeyen kişiler, her zaman için bu imtihânı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.

Dipnotlar:

[1] Bkz. es-Saff, 2-3. [2] Bkz. Buhârî, Salât, 48. [3] Bkz. İbn-i Âbidin, Hâşiyetü İbn-i Âbidîn, Dımaşk 2000, I, 217-219. [4]      Ebu’l-Ûlâ Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II-III, 769-770. [5] Bkz. Taberî, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Kâhire 1939, V, 266-267; Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, İstanbul 1976, I, 717.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları