Güne Nasıl Başlamalı?

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi her günün yeni bir nimet olduğunu, güne nasıl başlanması gerektiğini ve seherlerin önemini anlatıyor?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin azîz, latîf, mübârek, pâk, rûh-i tayyibelerine; ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümlemizin geçmişlerinin rûh-i şerîflerine; dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine; bütün İslâm dünyasının selâmetine; bu duâ, bu niyâz ile bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hak bu îkâz-ı ilâhîlerden bir nasîb almayı, Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.

ZAMANIN KIYMETİ

Bu; “Veʼl-Fecri Sûresi” okundu. Ondan sonra İnşirah Sûresi okundu. Cenâb-ı Hak yemin mâhiyetinde, yani yoğunlaşmamız zarûrî olan birkaç hâdiseden bahsediyor başta.

Cenâb-ı Hak; “وَالْفَجْرِ” buyuruyor. Yani “Canlıların uyandığı zamana andolsun.” (el-Fecr, 1) diyor. Yani Cenâb-ı Hak; kul düşünecek:

“‒Bugün Rabbim bana hayat defterinden, hayat takviminden bir sayfa daha açtı.” Maddî uyanması gibi mânen de uyanacak.

Zaman en kıymetli bir sermaye. Cenâb-ı Hak diğer bir sûrede “وَالْعَصْرِ” buyuruyor. “Zamana yemin olsun.” (el-Asr, 1) buyuruyor.

Geçen zamanı geri getirmek mümkün değil. Dünü geri getirmek mümkün değil. Dün, hasenatlarımızla, seyyiatlarımızla bitti. Fakat Cenâb-ı Hak; “وَالْفَجْرِ” bugün bize bir hayat defterinden, hayat takviminden bir sayfa daha açtı.

Hayat bir sefere mahsus olan bir zaman. Tekrarı yok. Çok kıymetli, fakat kıymeti bilinmeyen bir husûsiyet.

Cenâb-ı Hak hattâ son nefesteki pişmanlıkları bildiriyor, bu, geçen boş zamanı:

“…Keşke (diyor) sadaka versem de sâlihlerden olsam…” (el-Münâfikûn, 10) diyor. Fakat bitmiş oluyor. Kabirde telâfi etme yok. Âhirette telâfî etme yok.

Velhâsıl zaman çok kıymetli. Herkes bir takvimle dünyaya geliyor, bütün mahlûkat. İnsan da bir takvimle geliyor, ilâhî bir kaderle, ilâhî bir azamet tecellîsi.

Hayvanat da bir takvimle geliyor. Nebatat da bir takvimle geliyor. Her şey bir takvimle geliyor. İlâhî bir ekolojik denge…

Bir kaset dolduruyor. Bu kaset kıyamet günü açılacak. Bize kıyâmette bu kaset gösterilecek.

اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا buyruluyor.

“Kitabını oku! (Denilecek. Hayat kasetini oku. Geçirdiğin anları oku.) Bugün sana hesap sorucu olacak nefsin kâfidir.” (el-İsrâ, 14) buyrulacak.

Yani kendi işlediklerin, kendine gösterilecek. Tabi birçok şeyleri unuttuk belki. Orada hepsi karşımıza çıkacak.

Cenâb-ı Hak yine hep îkaz hâlinde. Kulunun Cennetʼine girmesini istiyor. Seksen yerden fazla yerde “Ey îmân edenler!” geçiyor.

Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Allahʼtan korkun. Herkes yarına ne hazırladığına baksın! (Buyuruyor.) Allahʼtan korkun. Çünkü o Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18)

Yani, şimdi nasıl burada benim konuşmam kameraya alınıyor, hepimizin her anı ilâhî bir kameraya alınıyor. Kirâmen Kâtibin devamlı şey hâlinde, bunu, dosyaları, kıyâmet gününe aktarma yapıyor.

Hayat, ömür, üzerinde metrajı yazmayan bir makara gibi. Nerede kopacağı, ne zaman kopacağı da belli değil. Onun için; “Yarın diyenler, helâk oldu.” buyruluyor.

Yarın var mıyız, yok muyuz? Dün olan birçok insan vardı bugün yok onlar. Dün onların hayat takvimi bitti.

GÜNE NASIL BAŞLAMALI?

Efendimiz buyuruyor:

“İki nîmet vardır. İnsanların çoğu bu nîmetleri kullanmakta aldanmışlardır. Biri sıhhat, biri de boş vakit.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Her günümüz ayrı bir kıymet. Demek ki kendi kendimize tefekkür edeceğiz. Sabahleyin kalktık, uyandık. Bu hayat defterinden bir sayfa daha verildi. Yeni günü bize nasîb eden Rabbimizʼe bir teşekkür edeceğiz. Bir teşekkürle, bir hamd ile başlayacağız.

Dünyaya hiç bedel ödemeden “insan” olarak geldik. Onun çok çok daha ötesinde bir “Hâdî” sıfatının tecellîsiyle “müʼmin” olarak dünyaya geldik. Hiç sermayeyle dünyaya geldik. Cenâb-ı Hak ilâhî lûtuflarını, “…Nîmetlerimi sayamazsınız…” (İbrahim, 34) buyuruyor.

“Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık; düşünen bir toplum için…” (el-Câsiye, 13) buyruluyor.

Nefsânî arzularımızı bertaraf etmemiz arzu ediliyor. “Lâ ilâhe” bertaraf; “illâllah” kalp Cenâb-ı Hakʼla beraber olacak.

Buyruluyor:

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

(Nefsini bilen, Rabbini de bilir.)

Kim hiçliğini bilirse, Cenâb-ı Hakkʼı tanır, Rabbini tanımış olur.

İki şeyi unutmama tavsiye ediliyor -rahat, huzurlu bir hayat için-:

“Cenâb-ı Hakkʼı unutmayacağız.”

Kaderimizi çizen Cenâb-ı Hak. Kaderimiz bir meçhul.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا الله

Gaybı bilen (yalnız) Cenâb-ı Hak. Ne hakkımızda hayırdır, ne şerdir? Şerri insan hayır görür, hayrı şer görür.

Demek ki Cenâb-ı Hak burada teslîmiyet istiyor. Kul Cenâb-ı Hakkʼı unutmayacak. Cenâb-ı Hakʼla huzur bulacak.

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Cenâb-ı Hakʼla huzur bulacak. Saâdet de Cenâb-ı Hakʼla beraberlikte. Ölümü unutmayacak. Fânîliği unutmayacak. Her an hazırlıklı hâle gelecek.

“Esas hayat âhiret hayatı.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Her gün düşüneceğiz akşamları, Allah bana hayat takviminden bugün bir yaprak açtı. Bugün ben ne kadar kendime, nefsime, ne kadar nefsimin dışında Allah için gayret ettim.

MÜ'MİN BAL ARISINA BENZER

Efendimiz misal veriyor:

“Nefsim yed-i kudretinde olan Allahʼa yemin ederim ki müʼminin misali bir bal arısı gibidir…” buyuruyor.

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

Yani her gördüğünü müslüman, Yaratan Rabbinin adıyla okuyacak.

“…Bal arısı güzel yer…”

Çiçeklerin özünden alır.

“…Güzel bırakır…”

Ambalaj yapar.

“…Konduğu dalı kırmaz, incitmez.” (Ahmed bin Hanbel, II, 199)

Bozmaz aldığı o üsâreyi. Bir müʼmin de böyle olacak diyor. Dâimâ hayır işinde. Âyette:

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ

(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirah, 7-8]) buyruluyor.

Bir işi bitirdin Allah yolunda, diğer işe koş. Arada boşluk olmayacak. Arı gibi olacak. Arı kırk beş günlük ömründe o kovanları dolduruyor, insana sunuyor.

Demek ki bir müʼmin de Allah yolunda gayret edecek. İbâdet, muâmelât, ahlâk vs… Elinden dilinden ümmet-i Muhammedʼin müstefîd olduğu bir kul olacak. Arı gibi olacak.

Yine Efendimiz buyuruyor, yine diğer bir yeni bir madde üzerinde buyuruyor:

“Müʼminin misâli bir altın parçası gibidir…” diyor. (Ahmed, II, 199)

Altın tozlansa, üflediğin zaman tozu geçer diyor. Yani müʼmin de o aslî karakter, o aslî şahsiyetini muhâfaza eder.

SEHERLERİN ÖNEMİ

Cenâb-ı Hak bizi her seher vakti kaldırıyor, uyandırıyor. Bilhassa seherler çok mühim. Cenâb-ı Hak:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ buyuruyor.

“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17) buyuruyor. Demek ki Rabbimiz bize seherlerde tevbe kapılarını açıyor. Nasıl ilâhî bir lûtfu Cenâb-ı Hakkʼın.

Fakat Cenâb-ı Hak burada bir fedakârlık istiyor. O tevbe kapısı açılacak. Orada ilticâ edeceksin. Hem o günahı bir daha işlemeyeceksin. Cenâb-ı Hak senin gönlüne öyle bir duygu ve hissiyat verecek. Hem de Cenâb-ı Hak seni affedecek. En mühim zâyî edilen; kaçırılan seherler… Hep peygamber hayatları seherde hep dolu dolu.

Âişe Vâlidemiz:

“Efendimizʼin ayakları şişerdi (buyuruyor) namazda. Secde yerini (gözyaşlarıyla) ıslatırdı.” buyuruyor.

Âişe Vâlidemiz:

“‒Yâ Rasûlâllâh! Kendini çok yoruyorsun.” dediği zaman:

“‒Yâ Âişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?” buyururdu. (Buhârî, Teheccüd, 16)

Efendimiz böyle bu hâlde olursa -ki Cennetʼle teminat altında, bütün peygamberlerin zirvesinde- demek ki bizim nasıl olmamız îcâb ediyor?!.

Yine Cenâb-ı Hak “bilenlerle bilmeyenler” buyuruyor Zümer Sûresiʼnde. Kimler biliyor, kimler bilmiyor? Yani kimler tahsil yapıyor, kimler tahsil yapmıyor?

Esas tahsil, Cenâb-ı Hakkʼa kul olabilmek.

لِيَعْبُدُونِ, لِيَعْرِفُونِ: Cenâb-ı Hakkʼa kul olabilmek, Cenâb-ı Hakkʼı kalpte tanıyabilmek için.

Âhiret için geldik dünyaya. Başka bir iş için gelmedik dünyaya. Dünya bir dershâne. İlâhî bir laboratuvar, ilâhî azamet laboratuvarı. Onun için “bilenlerle bilmeyenler”... Bilenler de demek ki nasıl bilecek? Ruh derinleşecek. İlk âyet:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1)

İşte sahâbe okudu. Zirve bir medeniyet, bir asr-ı saâdet medeniyeti inşâ etti. Bir kitap yoktu ellerinde Kurʼân-ı Kerîmʼden başka. Yalnız Kurʼân-ı Kerîm okuyorlardı. Kurʼânʼla istikâmetlendiler. Cenâb-ı Hak:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

(“Biz, Kur’ânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminler için şifa ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82])

Rahmetini ve şifâsını ihsân etti ve dünya tarihinde bir asr-ı saâdet devri meydana geldi. Büyük bir medeniyet. Görülmemiş bir medeniyet. Kimden, nereden geldi bu? Yarı vahşi insandan geldi. Câhiliye insanından geldi. O insanlar büyük bir medeniyet inşâ ettiler. Bugün insanlık o medeniyete muhtaç. İnsan olma medeniyeti. Hakkʼa kul olma medeniyeti.

Cenâb-ı Hak “bilenlerle bilmeyenler”, üç tane -Zümer Sûresiʼnde- vasıf bildiriyor. Birincisi:

سَاجِدًا وَقَائِمًا

“…Secde ve kıyâm hâlinde (bulunurlar seherlerde)...” (ez-Zümer, 9)

Cenâb-ı Hak yine Zâriyât Sûresiʼnde:

“Geceleri pek az uyurlardı, seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18) buyuruyor. Cenâb-ı Hak davet ediyor. Bir fâninin dâveti değil. Yine Cenâb-ı Hak İnsan Sûresiʼnde:

“Gecenin bir bölümünde Oʼna secde et, gecenin uzun bir kısmında da Oʼnu tesbih et.” (el-İnsân, 26)

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا

(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6])

O zaman yatak bir mıknatıs hâline geliyor, çekiyor, uyanmak zorlaşıyor. Fakat Cenâb-ı Hak her zorluktan sonra kolaylık Cenâb-ı Hak ihsân ediyor. Büyük bir lûtuf. Demek ki seherler bir istiğfar, uyanma.

Yine seherlerde istiğfarla beraber kelime-i tevhîd;

“لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ الْمُبِينُ”

Bir, “îmânınızı tecdid edin” buyruluyor, “yenileyin” buyuruyor -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz. (Ahmed, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657)

Bir îman yenileme. Her seherde Cenâb-ı Hakkʼa bir akitte bulunmak.

“قَالُوا بَلٰى” (el-A‘râf, 172); oradaki, ezelde ruhlara olan hitâba verdiğimiz cevabın burada bir tasdikini yapmak.

“لَا اِلٰهَ” demek ki “Yâ Rabbi!” diyoruz, bu nefsânî arzulardan uzaklaşıyoruz, nefsinin putperesti olmuyor, “اِلَّا اللهُ” yalnız Cenâb-ı Hakkʼın cemâlî sıfatlarının bir tecellîsi içinde olacağız.

“لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ الْمُبِينُ”

Tecdîd-i îman. Sayısı da yok bunun. Hattâ bir sahâbî:

“‒Yâ Rasûlâllah! İki bin salevât-ı şerîfe getireyim mi?” diyor.

“‒Getir (diyor), daha fazla getirsen daha iyidir.” diyor. (Benzeri rivâyet için bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 23/2457)

Salevât, hep Efendimizʼle olan bir münâsebeti artırma.

Bir isim geçtiği zaman, meselâ bir şehrin ismi geçtiği zaman o şehri düşünürüz eğer o şehre mensup isek. O şehrin yolları, çiçekleri vs. ağaçları, meyveleri hep hatırımıza gelir. Demek ki Rasûlullah Efendimizʼe de her salevât-ı şerîfede, Cenâb-ı Hakkʼın bize en büyük lûtfunu hatırlayacağız. Cenâb-ı Hak bizim idrâkimizin çok çok ötesinde.

“Allah ve melekler salât eder, siz de (ey müʼminler, Oʼna) salât edin, tam bir teslimiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyuruyor.

Oʼnun bir üsve-i hasene, örnek şahsiyet, örnek karakter olduğunu. Fakat üç şartı olanlara.

Bir: “Allâhʼa kavuşmayı umanlar.”

Cenâb-ı Hakkʼa dost olmanın gayreti içinde.

“Âhirete kavuşmayı umanlar.”

Âhiret gözümüzün önünde olacak.

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

(“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” [ez-Zilzâl, 7-8])

Her amelimize, her nefesimize, her adımımıza dikkat edeceğiz. Zerrelerden bile korkacağız.