Gerçek Huzur Resulûllah'a Benzeyebilmektir

HAYATIMIZ

Cenâb-ı Hak; insanı, cennete davet etmekte. Ancak onu cennete ham ve nâdân hâliyle değil, terbiye olmuş bir kıvamda kabul etmekte. 

CENÂB-I HAK BİZLERİ CENNETE DÂVET EDİYOR

  • Kötülükleri emredip duran bir nefs ile değil, zikrullah ile itmi’nâna kavuşmuş bir gönül ile…
  • Mülevves duygularla dolu bir kalp ile değil, kalb-i selîm ile…
  • Hâsılı; sahih îman, sâlih ameller ve güzel ahlâk ile…

Bunların hepsi kâmil bir insan şahsiyeti demek…

İnsanın cennete kabul edilebilmesi için; Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı bir şahsiyet inşâ etmesi, kâmil bir insanın hasletlerini kazanması zarûrîdir.

Yâni; insan mükerrem olacak ve muhteşem olan cennete lâyık hâle gelecek.

İnsanın fıtratında «örnek alma» ve «taklit» husûsiyetleri vardır ki, şahsiyetini bunlarla oluşturur. İnsanın bu ihtiyacı sebebiyle Cenâb-ı Hak, sadece kitap indirmekle iktifâ etmemiş; insanlığa örnek alıp, ittibâ edecekleri peygamberler de göndermiştir. Biz âhirzaman ümmetine ise Hâtemü’l-Enbiyâ Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bahş ve lütuf buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, en büyük bir lütuf olarak bildirmektedir: «لَقَدْ مَنَّاللّٰهُ » buyurmaktadır.

İNSÂN-I KÂMİL OLMANIN YEGÂNE YOLU

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in müstesnâ sîretine ve muhteşem ahlâkına tâbî olmak, Hakk’ın rızâ ve muhabbetine nâiliyetin vazgeçilmez vesilesidir. Yani bir mü’min; ibâdet ve davranışlarında Hazret-i Peygamber’in Sünnet’i istikametinde merhale kat etmedikçe, İslâm’ın hedeflediği ideal insan demek olan «insân-ı kâmil» kıvâmına vâsıl olamaz. Dînin gerçek huzur ve saâdetine de eremez. Çünkü Cenâb-ı Hak; İslâm’ın hedeflemiş olduğu «kâmil insan» modelini, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsında sergilemiş, O’nu, âlemlere rahmet ve bütün mü’minlere örnek bir şahsiyet eylemiştir.

Efendimiz’e ittibâın bu ulvî mânâsını ifade sadedinde Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Gel ey gönül! Hakikî bayram, Cenâb-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihanın aydınlığı, o mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.”

TASAVVUF'UN GÂYESİ

İslâm’ın; ihsan / takvâ / zühd üzere sahâbe gibi yaşanması demek olan tasavvufun gayesi, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ittibâ eden, kâmil insan şahsiyetini inşâ etmektir. Kıyâmet denilen o zor günde O’nun gibi olmaya gayret edenler O’nun yanında olacaktır. Zira O buyurur:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi, sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

  • O’na ne kadar benzeyebiliyoruz?
  • O’nun ne kadar talebesi olabiliyoruz?

GERÇEK HUZUR RESULÛLLAH'A BENZEYEBİLMEKTİR

Gerçek huzur, gerçek saltanat O'na benzeyebilmektir. Fahr-i Kâinât Efendimiz;

“En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Ancak çektiği çilelere rağmen O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dâimâ huzur dolu. Yedi evlâdının altısını kaybetti, elleriyle defnetti yine huzur içinde oldu. Uhud’da fedakâr amcası Hamza’yı, ciğerpâresi Mus’ab bin Umeyr’i kaybetti, yine bir tevekkül ve teslîmiyet hâlindeydi.

Mekke fethi gibi büyük bir zafer karşısında devesinin üzerinde şükür secdesinde ve; “Esas hayat âhirettir.” şuuruyla muvaffakiyeti Allâh’a izâfe hâlinde…

En azılı düşmanlarının dilinde bile, O; -sallâllâhu aleyhi ve sellem- el-Emîn ve es-Sâdık…

O’na talebe olabilmek, huzurla dolmak, güvenilir ve doğru olmak, her şartta mütevâzı ve sabır dolu olmak…

O’na talebe olmak, O’nun rûhânî dokusundan hisseler alabilmek… Rabbimiz muvaffak eylesin…

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2015 Ay: Aralık Sayı: 130