Fatih Sultan Mehmet’in Ahiret Endişesi

VİDEOLAR

Yazar Bahadır Yenişehirlioğlu, Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin kaleme aldığı Tarihe Yolculuk eserinden “Fatih Sultan Mehmet’in Âhiret Endişesi” başlıklı kesiti seslendiriyor. Erkam Tv hesabına abone olarak video serisini takip edebilirsiniz…

FÂTİH SULTAN MEHMET HAN’I ZİYARET

Huzûra çıkmadan önce Târih Baba, gence Fâtih Sultan Mehmet Han’ın doğumunu anlattı. Dedi ki:

“−Babası II. Murat Han, 30 Mart 1432 sabahı Edirne Sarayı’nda Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ediyordu. Tam Muhammed Sûresi’ni okumaktaydı ki, kendisine bir erkek çocuğunun doğduğunu müjdelediler.

Şâir ruhlu Sultan, bu müjdeli haber üzerine okumakta olduğu Kur’ân-ı Kerîm’den başını kaldırıp:

«Bağ-ı İrem’de gül-i Muhammed açtı. (Cennet gibi bir İrem bahçesinde bir Muhammed gülü açtı.)» dedi ve Fâtih’in ismini «Muhammed» koydu.”[1]

Târih Baba’nın sözleri henüz bitmişti ki, Fâtih Sultan Mehmet’in huzûruna vardılar. “Muhammed” ism-i şerîfini liyâkatle taşıyan Fâtih, şimdi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in: «Ne güzel kumandan!» diye buyurduğu iltifâtın mânevî ihtişâmı içindeydi. Yeryüzündekilerin hayâl bile edemeyecekleri muazzam bir sarayda yine muhteşem bir taht üzerinde oturuyordu. Genç, büyük bir huşû ve temennâ ile zihnindeki istifhamları arz etmeye teşebbüs etmişti ki, Sultan Fâtih elini havaya kaldırarak buna meydan vermedi ve ona şöyle hitâb etti:

“–Evlâdım! Bilesin ki ben, 14 yaşından beri İstanbul’un projeleriyle yatıp kalktım. Fetih hazırlığı olarak Rumeli Hisarı’nı yapmak istedim. Plânlarını kendim çizdim, daha sonra Mimar Muslihiddin de üzerinde çalıştı. İnşaatında askerlerimle birlikte büyük bir îman heyecânıyla çalıştık. Ben de sırtımda taş taşıdım. Altı bin işçinin geceli gündüzlü vecd ve îman heyecanı içinde çalışması neticesinde yüz otuz iki gün gibi akıl almaz bir zamanda hisarın inşâsını tamamladık.

Hisar’ın plânına kuş bakışı nazar edildiğinde, Arapça «Muhammed» yazısı okunur. «Mim» harflerinin olduğu yerlerde kuleler, «Ha» ve «Dal» harflerinin olduğu yerlerde ise istihkâmlar yer alır.[2]

53 gün İstanbul surlarında ne çileler çektik!.. Öyle bir hâlet-i rûhiye içine girdim ki: «Ya İstanbul beni alır, ya da ben İstanbul’u!..» dedim. Arslan yürekli cengâver askerlerim de, İstanbul surlarına ateş lâvları arasında tırmanırken âdeta şehidliği paylaşamayıp:

«–Bugün şehidlik sırası bizde!» diyerek birbiriyle yarış ediyordu.

İşte benim ve sînesi îman dolu askerlerimin kalbi bu kıvâma varınca Rabbim bize zafer nasîb eyledi. Böylece ben, Peygamber müjdesinin bereketiyle çağ kapatıp çağ açtım...

Asırlardır ecdâdımızın hayâliyle yaşadığı bu büyük fetih, bizi rehâvete sürüklemedi. İstanbul’da 18 gün kadar kaldıktan sonra tekrar sefere çıkıp Allâh yolunda cihâda devâm ettim.

Burada bir başka hâtıramı anlatayım:

Trabzon Rum imparatorluğu üzerine sefere çıkmıştık. Şehre arkadan ulaşmak için dağlık ve ormanlık bir arâziden geçiliyordu. Bazen baltacılar, önden yol açıyorlardı. Yolun müsâit olmadığı bir yerde atımın ayağı kaydı, bir kayaya tutunmak için uğraşırken ellerim kanadı. Bu hâli müşâhede eden beraberimizdeki Uzun Hasan’ın anası Sârâ Hatun, tam fırsatı olduğunu düşünerek:

«–Oğul! Hân oğlu hânsın! Bir yüce hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kale için bunca meşakkate katlanman revâ mıdır?» dedi.

Çünkü Uzun Hasan, Trabzon Rum İmparatorluğu ile akrabâlık te’sîs etmiş ve bu yüzden anasını, bu seferden vazgeçmemiz için bize ricâcı göndermişti. Kendisine çok saygı gösterip iltifatlar ettik, lâkin niyetimizden de vazgeçmedik.

Yaralı vaziyette doğruldum ve şöyle dedim:

«–Ey ihtiyar ana! Bilmez misin ki, elimizde tuttuğumuz dîn-i İslâm’ın kılıcıdır. Sen zanneyleme ki, çektiğimiz bunca zahmetler, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki bütün gayretlerimiz, Allâh’ın dînine hizmet etmek ve insanları hidâyete kavuşturmak içindir. Yarın Allâh’ın huzûruna vardıkta, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı teblîğ ve yüceltme imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp ten rahatlığını tercîh edersek, bize gâzî denilmesi revâ olur mu? Ehl-i küfre İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mânî olmazsak, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.»[3]

İşte oğlum, bu sözlerim, bizim hayâta bakışımızı ve âhiret endişemizi hulâsa etmektedir.”

Fâtih Sultan Mehmet Han, sözü tebaasının durumuna getirerek onların güzel hâllerinden ve fazîletli davranışlarından bahsetti. Dedi ki:

“–Kendi devrimden bir misâl vereyim. Tebaamdan bir müslüman, malının senelik zekâtını alıp günlerce dolaşmış, verebileceği fakir bir kimse bulamamış.

Bunun üzerine zekâtının tutarı olan parayı bir keseye koyarak Cağaloğlu’ndaki bir ağaca asıp, üzerine de:

«Müslüman kardeşim! Bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekâtımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen, hiç tereddüt etmeden bunu al!» diye yazmış.

Bana bildirdiklerine göre bu kese üç ay kadar o ağaçta asılı kalmış.[4]

Tahmin ederim torunlarım şimdi de aynı minvâl üzeredir. Dînî hassâsiyet sâhibi ve vatan muhabbetiyle doludur…”

Genç, içini çekti, Târih Baba’nın yüzüne baktı, sonra da hafifçe başını önüne eğdi. Fâtih’in hitâbından dimağ ve idrâkine sunulan bu hakîkatler, onu derin bir tefekküre sevk etti. Ancak genç, hâlâ rûhî ihtilâçlarının girdabında kıvranıyordu. Oysa onun, su içen bir ceylân sükûneti ile huzur bulması gerekirdi. Genci bin bir endişenin zebûnu olmuş bir hâlde görmek, sultânı üzdü. Ayağa kalktı; böylece görüşmenin bittiğine işaret etmiş oldu.

Buradan Osmanlı kültür ve medeniyetinin bânîsi olan II. Bâyezit Han’ın yanına revân oldular.

Dipnotlar:

[1] Mehmed Doğan, Kur’ân ve Târih Önünde Türk’ün Muhâsebesi, Ankara 1992, s. 150.

[2] Muammer Yılmaz, Fâtih’in Şahsiyetinden Çizgiler, Kayseri 1993, s. 10. Bu hâdise, mâneviyâtın maddeye aksedişini gösteren muhteşem bir misâldir.

[3] Bkz. Kınalızâde Ali Efendi, Devlet ve Âile Ahlâkı, haz. Ahmed Kahraman, ts., 191-192; Mustafa Nûri Paşa, Netâicü’l-Vukuât, I-II, 45.

[4] Ali Hüsrevoğlu, “Vermesini Bilen Bir Toplum”, Altınoluk, Şubat 1994, sayı: 96, s. 7.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Tarihe Yolculuk, Erkam Yayınları