En Büyük Şeref ve İzzet

İHSAN

Bir mü’min için en büyük şeref, itibar, güç ve kuvvet şüphesiz îman, amel-i sâlih ve takvâ üzere yaşayabilmektir. İnsan Rabbine tam itimad ve îman edip, O’nun emrettiği her türlü ibadet ve taate devam ettikçe büyük bir ma’nevi güç elde eder, başka güçlere muhtaç olmaktan kurtulur. Bu ma’nevî güç ve itibar mü’min izzeti olarak da ifâde edilir…

Yüce Rabbimiz, peygamberleri arasında âlemlere rahmet olarak gönderdiği Sevgili Habibine çok özel ikramlarda bulunmuştur. Cabir bin Abdillah’ın haber verdiğine göre Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular: “Benden evvel hiç kimseye verilmeyen beş şey (hep birden) bana ihsan edildi.

  1. Bir aylık yola kadar düşmanlarımın kalbine korku salmakla yardım edildim.
  2. Yeryüzü bana namazgâh ve temizlik vasıtası kılındı.
  3. Ganimetler bana helâl kılındı.
  4. Bana şefaat hakkı verildi.
  5. Benden evvel her nebî hususî olarak kendi kavmine gönderilirken ben bütün insanlığa gönderildim.” (Buhari, Teyemmüm)

O Aziz Peygamber’e îman eden, itaat eden, tabi olan, O’na yardım edip dinini başka yüreklere taşıyan ümmeti de şüphesiz aziz bir ümmet olmuştur…

Bir mü’min için en büyük şeref, itibar, güç ve kuvvet şüphesiz îman, amel-i sâlih ve takvâ üzere yaşayabilmektir. İnsan Rabbine tam itimad ve îman edip, O’nun emrettiği her türlü ibadet ve taate devam ettikçe büyük bir ma’nevi güç elde eder, başka güçlere muhtaç olmaktan kurtulur. Bu ma’nevî güç ve itibar mü’min izzeti olarak da ifâde edilir… Mü’min açısından izzet bir mü’minin Rabbi ile dini ile Peygamberi ile kendini her hususta güçlü, gâlib ve başkasından müstağnî hissetmesidir.

ASIL İZZET

Sevgili Peygamberimiz, hayatı müddetince, “Asıl izzet (güç, şeref ve üstünlük) Allah’ın, Peygamberin ve mü’minlerindir.” (Münâfikûn, 8) ilahi müjdesi ile Yüce Rabbin azîz isminin tecellisi ile yaşamış, Rabbine tam bir tevekkül ve itimad ile her türlü yardım ve başarıyı sadece O’ndan beklemiştir.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in hanımı Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v), Bedir’e doğru yola çıkmıştı. Harratü’l-Vebere’ye[1] varınca, cesâret ve yiğitliğiyle meşhur olan bir adam O’na yetişti. Rasûlullah (s.a.v)’in ashâbı onu görünce çok sevindiler. Bu adam, Rasûlullah (s.a.v)’e yeti­şince, O’na:

“‒Bu harpte Sana tâbi olmak ve Sen’inle birlikte ganimetten pay almak için geldim!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“‒Allah’a ve Rasûlü’ne îmân ediyor musun?” diye sordular. Adam:

“‒Hayır!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

“‒Öyleyse geri dön! Ben asla bir müşrikten yardım istemem!” buyurdular.

Sonra yollarına devam ettiler. Ağacın yanına vardığımızda o adam Rasûlullah (s.a.v)’e yine yetişti ve daha evvel söylediği sözü söyledi. Peygamber (s.a.v) Efendimiz de ona ilk defâ söyledikleri şekilde cevap verdiler:

“‒Öyleyse geri dön! Ben asla bir müşrikten yardım istemem!”

Sonra adam geri döndü ve Beydâ’da Efendimiz (s.a.v) tekrar yetişti. Efendimiz (s.a.v) ilk defâ buyurdukları gibi:

“‒Allah’a ve Rasûlü’ne îmân ediyor musun?” diye sordular. Adam:

“‒Evet!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

“‒Yürü o zaman!” buyurdular. (Müslim, Cihâd, 150)

İNSANIN MAĞLUBİYETİ

İnsan iyilik ve ihsân karşısında mağlûb olur. Bu durum îmanda bir zaafa, daha da tehlikelisi inkâr ve zulüm ehline karşı bir kalbî akışa sebep olabilir. Rasûlullah -salallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

-“Allahım! Hiçbir fâcirin bir iyiliğini bana nasib eyleme ki kalbimde ona karşı bir muhabbet uyanmasın” (Gazzalî, İhya II) diye dua etmişler ve yine: “Allahım! Hiçbir fâcirin iyiliğini bana nasîb eyleme ki, dünyada ve âhirette ona karşılık vermek durumunda kalmayayım.” (Süyûtî, Camiu’l-ehâdis VI) buyurmuşlardır. Bütün bu nebevî beyân ve ilticâlar Zât-ı Risâlet Efendimiz’in Rabbine olan sarsılmaz îman ve tevekkülünün, İslâm dışı her teklif ve tavra karşı müstağnî duruşunun ifâdesi olarak calib-i dikkattir.

Diğer taraftan Yüce Rabbimiz, Nebîsinin şahsında bütün mü’minlere hitâben mü’min olmanın, Hak katındaki büyük itibarın korunmasının, bu itibarın hiçbir şekilde küçümsenmemesinin zaruretini beyan etmişlerdir.

Asr-ı Saadette, gerek sahip oldukları maddî imkânlar ve gerekse toplumdaki konumları ile kendilerini güçlü ve özel olarak gören müşrikler, zayıf mü’minleri küçümsüyor, onlarla beraber olamayacaklarını gerekçe göstererek Peygamber’in kendilerine has farklı ortamlar oluşturmasını istiyorlardı. Allah’ın Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu insanların İslam dairesine girmelerini çok arzu ettiği için onların bu isteklerini kabul etme meylindeyken Cenâb-ı Hak:

-“(Ey Nebi!) Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O’na ibâdet edenlerle beraber olmaya candan sabret. Dünya hayatının çekiciliğine kapılıp da gözlerini onlardan ayırma! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, nefsânî arzularına uyan, işi hep aşırılık olan kimselere de itaat etme.” (Kehf, 28) ayeti ile Habibine, Kendisine candan îman eden mü’minleri -farklı mülahazalarla da olsa- asla bırakmamasını, onlarla beraberliği emir buyurdular.

Gerçekte âyet-i kerime hem mü’minlerin Hak tarafından medholunan tek gayelerinin rızây-ı ilâhî ve O’na iltica şeklindeki güzel halleri olduğunu bildirmekte, diğer taraftan da mü’minlerden ayrılıp da başka dünyalara meyletmenin ana saikinin sadece dünya menfaati olabileceğini açıkça beyan etmektedir.

Bu âyet-i celîleler inince Rasûlullah Efendimiz, hemen kalkıp zâhiren güçsüz o azîz sahabilerini aramaya koyuldu. Onları Mescidin arka tarafında Cenab-ı Hakk’ı zikrederlerken buldu ve:

“Canımı almadan önce, ümmetimden bu insanlarla beraber bulunmaya sabretmemi emreden Allah’a hamdolsun. Artık hayatım da ölümüm de sizinle beraberdir.” buyurdu.

İZZETLE YAŞAMAK

Hayatı mü’minler içinde, mü’minlerle beraber izzetle yaşamak, ölümde de hüsn-i şehâdetlerle mü’minlerin omuzunda âhirete uğurlanmak en büyük şeref ve izzet olsa gerektir.

Hadis-i Kudsi’de: “Ey Dâvud! Ben bütün izzet ve şerefi Bana taata koydum. İnsanlar onu dünya sultanlarının yanında arıyor. Onu nasıl bulacaklar?” buyurulmuştur.

Rasûl-i Kibriya Efendimiz bir duâlarında şöyle niyazda bulunmuşlardı: “Allahım! Mülk ve saltanatın tek sahibi Sensin. O’nu dilediğine verir dilediğinden alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini zelil edersin. Hayır Senin elinde, Senin her şeye gücün yeter. Ey dünya ve âhiretin rahman ve rahîmi olan Allahım! Dünya ve âhireti de dilediğine verir dilediğine de vermezsin. Bana öyle merhamet et ki Senden başkasının merhametine muhtaç olmayayım.” (Taberani)

Dû cihanda bulmak istersen necât/Ruh-u fahrul enbiyâya ver salât. (Yusuf Sami Efendi)

Dipnot:

[1] Medîne’ye 4 mil uzakta bir yer.

Kaynak: Abdullah Sert, Altınoluk Dergisi, Sayı: 447