Ecel Gelip Çatmadan Bunu Mutlaka Yap!

İSLAM

Unutmamak gerekir ki, hayat nîmeti insanoğluna bir defâya mahsus olarak lutfedilmiştir. Ölüm de, Allâh’ın bütün fânîler için zarûrî kıldığı bir kânundur. Zamanı, dakikası ve nefes sayısına kadar tâyin olunmuş ve hükme bağlanmıştır. Ecelin ileri geri gitmediği, bir an öne alınıp, bir an tehir edilemeyeceği, apaçık bir hakîkattir. Ecelden kaçanların kurtulduklarına dâir bir haber de işitilmemiştir. Bu yüzden, hac ile mükellef olanlar, bu gerçekleri iyice tefekkür edip bu büyük ibâdete karşı gevşeklik ve ihmâlkârlıktan şiddetle kaçınmalıdırlar. Zîrâ ömür nihâyete erdikten sonra pişmanlığın bir faydası yoktur.

Fırsat elde iken Rabbimizin, üzerimizdeki büyük bir hakkı olan hac ibâdeti husûsunda gaflet göstermemeli, ilk fırsatta bu kulluk borcumuzu edâ etmeliyiz. Aksi hâlde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ihtârı müthiş ve korkutucudur:

Bir kimse, yiyecek, içecek ve binecek masraflarına mâlik olup da Beytullâh’a gitmek mümkün iken haccetmezse, onun yahûdî veya hristiyan olarak ölmesine hiçbir mânî yoktur!” (Tirmizî, Hac, 3)

Bu îkâz-ı peygamberî, haccetmenin bütün şartlarını hâiz olup da bu ibâdeti ihmâl edenlerin, dehşetli bir kayıp içinde olacaklarını beyân etmektedir. Hâl böyle iken, imkânı olan mü’minlerin hac ibâdetine bîgâne kalmaları, ne büyük bir gaflettir!..

İmkânı müsâit olan her mü’minin ömründe bir defâ haccetmesi farzdır. Tekrar tekrar haccetmek ise müstehabdır ve sevâbı çok büyüktür. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

Hac ile umreyi ardı ardına yapmak, ömrü ve rızkı artırır, fakirliği ve günâhı, körüğün demirdeki pası giderdiği gibi giderir.” (Ahmed, III, 446-447)

Yine bir hadîs-i kudsîde de şöyle buyrulmaktadır:

Allâh Teâlâ buyuruyor: Ben bir kuluma sıhhat ve âfiyet ihsân edip rızkını da bol verdiğim hâlde, o her dört senede bir Bana gelmezse (yâni hac veya umre ziyâretinde bulunmazsa) o kimse gerçekten mahrum biridir.” (Heysemî, III, 206)

Görüldüğü üzere farz ibâdetler olan namazın, orucun nâfilesi olduğu gibi haccın da nâfilesi vardır. Nâfile yapılan hac ibâdetleri hakkındaki câhilâne tenkitler, -Allâh korusun- ucu küfre sarkan sözlerdir. Bunlar, mesnedsiz cehâlet mütâlaaları olup, îman ve ibâdetin hakîkî hazzından mahrûmiyetin kara ifâdeleridir.

Nâfile ibâdetler, asr-ı saâdetten beri büyük bir îman vecdi içinde edâ edilegelmiştir. Nitekim İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin 55 kere haccettiğini söylemek, bu hususta kâfî bir misâl teşkil eder. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, sayısız talebesi ve birçok meşgalesi bulunmasına rağmen vaktinin tahminen üçte birini hac seferine tahsis etmişti. O zamanki şartlar altında, deve ile Bağdad’dan Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’yi ziyâret etmenin ne meşakkatli bir sefer olduğunu da tasavvur etmek gerekir. İşte Hak dostları, başka yerlerde bulunmayan o mânevî istifâdeyi Harameyn’in feyizli iklîminde telâkkî ettiklerinden, her fırsatta hacca gitmeyi ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyâret etmeyi büyük bir ganimet bilmişlerdir.

Zîrâ büyük bir îman heyecanı içinde edâ edilen nâfile ibâdetler, kulu, Allâh’a takarrub (yakınlaşma) tecellîsine mazhar eder. Rûhu derinleştirir. Cenâb-ı Hak, böyle mü’min kullarının gören gözü, işiten kulağı olur. Yâni onların görüşleri, duyuşları, düşünüşleri ve ifâdeleri hep ilâhî nûrun cereyânı hâline gelir.

KAYNAK: Osman Nûri TOPBAŞ, Hacc-ı Mebrûr ve Umre, Erkam Yayınları, 2006, İstanbul