Cehennemden Çıkmak İsteyenlere Sorulacak 2 Soru

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi bu haftaki sohbetlerinde Allah'ın dost kullarına gelecek yardımlardan ve cehennemliklere sorulacak sorulardan bahsediyor...

“ALLÂH’IN SİZİ AFFETMESİNİ İSTEMEZ MİSİNİZ?”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin aziz, latîf, mübârek, pâk, rûh-i tayyibelerine; ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının rûh-i şerîflerine; dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, şerirlerin şerlerinden muhafazasına, üç ayların ümmet-i Muhammed için bereket, rahmet olması niyâzıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkat arasında insana mükerrem olacak vasıflar verdi. Ve insanın mükerrem olmasını istiyor. Bu mükerremlik neticesinde, muhteşem olan Cennetʼe nâil olabilmesi…

Yani Cenâb-ı Hakʼla dost olacak, dostluğun neticesi de Cennetʼe nâil olacak. Cenâb-ı Hakʼla bu dostluk…

Okunan âyet-i kerîme, Dostʼun dosta ikramını bildiriyor. İnsanın zor zamanları olacak. Başımızdan zor zamanlar geçecek. O zor zamanlarda Cenâb-ı Hakkʼın ikramını bildiriyor.

Âyet-i kerîmenin meâli:

“Şüphesiz, Rabbim Allahʼtır deyip…”

Yani Allah rızâsı üzere istikametlenenler.

ثُمَّ اسْتَقَامُوا:

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin rûhânî dokusu üzerinde, rûhânî istikâmeti üzerinde devam edenler…

“…Onlara melekler iner: «Korkmayın, üzülmeyin, Allâhʼın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)

Dostʼun dosta ikramı…

Bu, üç zor yerde olacak, tefsirlerde.

Birincisi; ölüm ânında. Canın gırtlağa geldiği an. Bedenin, rûhu terk ettiği an, zor zaman. Orada melekler gelecek:

“‒Korkmayın, üzülmeyin, Allâhʼın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.” diyecekler.

Bir vedâ ânı… Her şeye vedâ. Ve insan, bir taraftan vedâ, bir taraftan kendi derdinde. O anki derdinde, bir de istikbâlinin derdinde: Ne olacak hâli?..

İkinci olarak da, kabre girişte… Orada bir gurbet yolculuğu, yalnız bir yolculuk, zor bir yolculuk. Bir âlemden bir âleme doğuş. Orada melekler inecek. O, Cenâb-ı Hakʼla dost olan kullara:

“Korkmayın, üzülmeyin, Allâhʼın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.” diyecekler.

Bir kabir hayatı geçecek, müddetini bilemiyoruz. Belki ömrümüzün kaç misli, onu da bilemiyoruz. Tabi dünyadaki hâlimize göre bir kabir hayatına girmiş olacağız.

Ondan sonra zor bir âleme gireceğiz:

لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ (“Kıyamet gününe yemin ederim.” [el-Kıyâme, 1]) buyuruyor. Kıyamet üzerinde yoğunlaşmamızı Cenâb-ı Hak bildiriyor. En zor an, kıyamet ânı. Orada da yine melekler karşılayacaklar, o sâlih kulları, sâdık kulları, Cenâb-ı Hakʼla dost olan kulları, hayatın her safhasında Cenâb-ı Hakkʼı unutmayan kulları… Orada da:

“Korkmayın, üzülmeyin, Allâhʼın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.” diyecekler.

Yine bu dünyevî ahvâlde de insanın zor zamanları olur. Yani sabrın zorlandığı zamanlar olur. Orada melekler, o kulun içine, rûhuna bir ferahlık verir. Meselâ der ki; “bir ferahlık geldi içime” der. Cenâb-ı Hak melekleriyle o kulun iç dünyasına bir ferahlık verir.

Velhâsıl, Cenâb-ı Hak, bir Dostʼun dostuna mükâfâtını bildiriyor. Devam eden âyette yine bu melekler diyorlar ki:

“‒Biz diyorlar, size nasıl dünyada dosttuk, o ibadet, o tâat, o güzel anlarda; size bundan sonra da dostuz…” diyecekler. O dostluğa devam edecekler. (Bkz. Fussilet, 31)

Ondan sonra Cenâb-ı Hak bize oradan iki tane vasıf bildiriyor. Yani bu dostların iki vasfını bildiriyor.

Bunlardan birincisi:

“İnsanları (Kurʼân ile) Allâhʼa çağıran…” (Fussilet, 33)

Yani Kurʼânʼla yaşayacak, (istikâmetinin) zemininde Kurʼân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye olacak. Rûhânî hayatını inkişâf ettirecek. Bu şekilde insanları irşâd edecek. Hâliyle de irşâd edecek. Sırf dille değil. Dil olmuş, hâl olmazsa, onun bir kıymeti yok.

“…Amel-i sâlih işleyenler…” (Fussilet, 33)

Yani amel-i sâlihlerle o Allâhʼa çağıracaklar. Güzel bir numûne olacaklar, ashâb-ı kirâmın olduğu gibi.

“…Ben müslümanlardanım.” (Fussilet, 33) âyet-i kerîmenin şeyi. Yani bir İslâm şahsiyeti, İslâm karakterini temsil edenlerden “kimin sözü daha doğrudur.” buyruluyor. (Bkz. Fussilet, 33)

Yani Cenâb-ı Hak bize böyle bir emr biʼl-mârûf, nehy aniʼl-münkerʼde (bulunmamızı bildiriyor)… Evvelâ kendimiz yaşayacağız, rûhânî hayatımızı inkişâf ettireceğiz, neticede de bu hâlimizle tebliğ edeceğiz.

Yani kendimizi devrin akışından mesʼûl göreceğiz.

Ondan sonra, diğer bir âyet daha var, câlib-i dikkat: O da bir ahlâkî vasfımızı Cenâb-ı Hak bildiriyor. Beşerî münâsebetler. Burada da:

“İyilikle kötülük bir olmaz…” Cenâb-ı Hak buyuruyor. “…Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle…” (Fussilet, 34) Mânî ol kötülüğe. Neyle? Kötülüğe karşı iyilik yapmakla.

Yûsuf Sûresiʼnde (bildirildiği üzere) Yusuf -aleyhisselâm-ʼı kardeşleri kuyuya attılar. Öldürmeye teşebbüs ettiler.

Yusuf -aleyhisselâm- erzak dağıtırken kardeşleri geldi. Kendi hâlini belli etmedi hiç. Devamlı onlara ikram etti. Onlar bir karakter ve bir şahsiyet gördüler. Sonunda dediler ki:

“‒Sen Yusufʼsun.” dediler. “Allah seni hakîkaten bizden üstün yaratmış.” dediler. (Bkz. Yûsuf, 91)

Yine Yusuf -aleyhisselâm- bir fazilet gösterdi. “Ben affettim.” dedi. “Eskileri başa kakma yok.” dedi. Bir de yol gösterdi, Allâhʼın hakkı var:

“Allah mağfiret sahibidir. O merhametlilerin en merhametlisidir.” (Bkz. Yûsuf, 92)

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle…” (Fussilet, 34) buyuruyor. Yani kötülüğe iyilik yapmak sûretiyle.

Âişe Vâlidemizʼe iftira atıldı. İftira atan da Ebû Bekir Efendimizʼin sadaka verdiği kimselerden biri çıktı. Ebû Bekir Efendimiz:

“‒Bundan sonra ona sadaka vermeyeceğim!” buyurdu.

Cenâb-ı Hak:

“‒…Allâhʼın sizi affetmesini istemez misiniz?..” buyurdu. (en-Nûr, 22)

Ebû Bekir Efendimiz:

“‒Evet, Allâhʼın beni affetmesini isterim.” dedi. Yine o, iftira atan kişiye sadaka verdi.

Mekke Fethi, tam 20 senenin bir kısas zamanıydı. Hattâ Zeyneb Vâlidemizʼi şehîd ettiren Esved de geldi. O da:

“Lâ ilâhe illâllah, Muhammedüʼr-Rasûlullah” diyerek girdi. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, orada bir af, bütün o Mekkelilerin yaptığı bütün zulme, şeye karşı bir af. Hepsi ne dediler:

“‒Muhteşem kardeş.” dediler. “Sen çok faziletli kardeşimizsin.” dediler. Hemen hemen hepsi müslüman oldu.

Demek ki Cenâb-ı Hak bir müʼminin güzel bir kalbî hayatı olmasını istiyor. Yani Allah için, nasıl Cenâb-ı Hak en çok “Rahmân” ve “Rahîm” esmâsını, kul da merhameti, Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşan Allah dostları hep geniş bir merhamet…

Hattâ bir gün sahâbîler diyorlar ki, -Efendimiz merhametten bahsediyor-:

“‒Yâ Rasûlâllah! Biz hepimiz merhametliyiz.” Evlâdımız, çoluk-çocuk, akraba…

“‒Yok.” diyor Efendimiz. “Merhamet, âm ve şâmil merhamettir. Bütün Allâhʼın mahlûkâtına merhamettir.” (Hâkim, IV, 185/7310)

Kediden mesʼûlüz, köpekten mesʼûlüz, uçan yaralı kuştan mesʼûlüz.

Velhâsıl bir müʼmin, kendisini bütün mahlûkattan zimmetli olarak bilecek. Zira bütün mahlûkat, insan için yaratıldı. Diğer, yıldızlarda diğer mahlûkat yok. Hepsi de Cenâb-ı Hakkʼın “el-Bârî, el-Musavvir” sıfatının ayrı ayrı tecellîleri, kula yardımcı.

Ondan sonra Cenâb-ı Hak, tabi bu vasıflar için de, tabi bir kalbî merhaleler istiyor.

“Buna (diyor), ancak (diyor), bu davranışa, ancak sabredenler kavuşturuluyor…” (Fussilet, 35)

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا

(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6])

Her zorluktan sonra Cenâb-ı Hak ferahlık veriyor.

“…Buna ancak hayırdan büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.” (Fussilet, 35) buyuruyor.

Demek ki bu vasıflarla müzeyyen olacağız ki, daha tabi, bunlar, Cenâb-ı Hak burada iki misal veriyor. Diğer âyetlerde de çok misalleri veriliyor. Tabi burada, son nefesimiz, kabre girişimiz, kıyâmet… Cenâb-ı Hakʼla bir dost olabilme. Zaten bunlar olunca bütün ahlâkî vasıfları kendinde toparlamış oluyor.

Velhâsıl biz âhirzaman ümmetiyiz. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âhirzaman peygamberi. Ve bütün peygamberlerin de fevkinde. Her peygamber bir beldeye gelmiştir. 124 bin küsur peygamber gelmiştir. Meselâ bir peygamber -tâbir câizse- İzmirʼe, bir peygamber Denizliʼye, bir peygamber diğer bir yere. Yalnız o peygamber, o toplumdan mesʼûldü. O toplumun problemlerini halledecek. İnsanları huzura kavuşturacak. Allâhʼın dînini tebliğ edecek. Onların ihtiyaçlarına göre onları istikâmetlendirecek.

Bu 124.000 küsur peygamber içinde yalnız yalnız Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bütün beşeriyete geldi. Yani en alt kademeden en üst kademeye kadar ve asırlara kıyamete kadar.

Öyle bir Cenâb-ı Hakkʼın bir, insanda tecellî eden bir mûcizesi ki, her insan ne kadar problemi varsa, Rasûlullah Efendimizʼin 23 senelik nebevî hayatında o problemin bir benzeri geçmiştir. Nasıl Rasûlullah Efendimizʼe yaklaşırsa, yaklaşmışsa, o problemi çözer öyle. İnsanda mucize… Büyük nîmet bize…

Kurʼân-ı Kerîm… O da büyük bir nîmet. Cenâb-ı Hak:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

(“Biz, Kur’ânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminler için şifa ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82]) buyuruyor.

“Şifâ ve rahmet olarak indirdik.” buyuruyor.

Ferde şifâ ve rahmet. Âileye şifa ve rahmet. Millete, devlete şifâ ve rahmet. En basit misâlini, kendi Osmanlı Devletiʼnde görüyoruz. Kurʼân-ı Kerîmʼle başladı. Kurʼân-ı Kerîmʼe olan saygıyla başladı. Osman Gâziʼnin Kurʼân-ı Kerîmʼe olan ihtirâmıyla başladı.

Yavuz Sultan Selim, mukaddes emanetleri bütün ihtiramla, devamlı, muttasılan, lâ-yenkatî hâfızları okutmakla devam etti.

Velhâsıl, demek ki Kurʼân-ı Kerîm ikinci büyük bir lûtuf.

اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

“Rahmân (Allah) Kurʼânʼı öğretti. İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 1-3) Demek ki insan Kurʼân ile istikâmet, huzur bulacak.

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“Ona beyânı (açıklamayı) öğretti.” [er-Rahmân, 1-4])

İsimler, sırlar, hikmetler, insana verilecek. Cenâb-ı Hakkʼın lûtufları.

Bu cihan, üçüncü büyük, Cenâb-ı Hakkʼın lûtfu, bu Dünya. İnsan gelmeden, insana bu Dünya hazırlandı. İnsanın bir endam aynası bu Dünya. İnsanın neye ihtiyacı varsa, ne şeyi varsa, bu Dünya insan için hazırlandı. Ve insana, Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşması için büyük bir tefekkür malzemesi. Kendine baksa, bir nutfeden nasıl meydana geldi? Semâya baksa, nasıl sonsuz bir âlem semâ? Atmosfere baksa, nasıl değişen bir durumu yok. Bir toprağa baksa, nasıl bir nebatlar çıkıyor, bütün mahlûkâta sofralar hazırlanıyor.

Velhâsıl, saymakla bitirilemez. Bu cihanda demek ki insana Cenâb-ı Hak peygamberiyle yardım ediyor. Gönderdiği kitapla yardım ediyor. Şu kâinat kitabıyla, şu cihanla yardım ediyor. Neticede:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“O gün, verdiğimiz nîmetlerden elbette mutlakâ sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

Kime kadar bu? Kime kadar sorulacak? Peygamberlere kadar.

Cenâb-ı Hak:

“Peygamber gönderdiğimiz toplumları da gönderdiğimiz peygamberleri de hesaba çekeceğiz.” (el-A‘râf, 6) buyuruyor.

Yani peygamberler de hesaba çekilecek. Hepsi Cennetlik, hepsi Allâhʼın dost kulu. Tebliğden… Vedâ Hutbesiʼne baktığımız zaman, Efendimiz Vedâ Hutbesiʼni bitirdikten sonra 120 bin sahâbîye:

“‒Tebliğ ettim mi?” diyor. Yani İslâmʼı anlattım mı?

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ âyeti (el-Mâide, 3), dînin tamamlandığı(nı bildiren) âyet indi.

(Efendimiz sordu:)

“‒Bilmeyen, işitmeyen, öğrenmek isteyen var mı? Tebliğ ettim mi?”

120.000 kişi:

“‒Tebliğ ettin yâ Rasûlâllah!” dedi.

Elini kaldırdı:

“‒Yâ Rabbi! Şâhid ol!” buyurdu.

Çünkü:

“…Biz peygamberleri de hesaba çekeceğiz.” (el-A‘râf, 6) buyruluyor.

İkinci defa tekrar oldu, tekrar sordu:

“‒Tebliğ ettim mi?” diye. Tekrar Efendimiz kaldırdı ellerini:

“‒Yâ Rabbi! Şâhid ol.” dedi.

Üç sefer bu tekrarlandı.

Velhâsıl, demek ki, hepimizde bir âhiret endişesi.

Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ sahibi olun. وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Bu can vermek de bir sefere mahsus. Dünyada bir fânî işlerde bir imtihana girersiniz. Kaybedene ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci imtihan vardır. Girebildiğiniz kadar. Aldığınız bir diploma, hayat boyu geçerlidir. Fakat îman öyle değil. Bir sefere mahsus ölüm. Bir sefere mahsus son nefes. Buna mukâbil her şey Cenâb-ı Hakkʼın azamet-i ilâhiyyesinin delili.

Yine âyette, Fâtır Sûresiʼnde, Cehennemʼe girenler:

“‒Yâ Rabbi! Bizi buradan çıkar.” diyecek. “Çıkar. Bu kötü amelleri, amel-i seyyieleri, amel-i sâlih hâline getirelim. Güzel bir kul olalım. Pişman olduk.” diyecekler.

Cenâb-ı Hak iki şey soracak, âyet-i kerîmede. Birincisi:

“‒Size düşünecek kadar zaman vermedik mi?”

Her şeyi düşünüyoruz Dünyaʼda. Fânî hayatın en detayına kadar bir düşünüyoruz. Kendimizi, âilemizi, çoluk-çocuğumuzu vs…

“‒Düşünecek kadar zaman vermedik mi?”

Niye geldik Dünyaʼya? Kimin mülkünde yaşıyoruz? Getiren niye getirdi, götüren nereye götürüyor?

“‒Düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?”

İkincisi de:

“‒Bir peygamber gelmedi mi?” Bir irşatçı gelmedi mi?

“‒Yâ Rabbi! İkisi de oldu.” diyecekler.

Cenâb-ı Hak da:

“‒Tadın o zaman azâbı.” buyuracak. (Bkz. Fâtır, 37)