Birlik Vakti

İMAN

Dünyâda ve âhirette inananın işine en çok yarayacak vasıf, sevdiğini Allah için sevmek, buğzettiğine de Allah için kızmaktır.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Hani siz birbirinize düşman kimselerdiniz de Allah gönüllerinizi ısındırmıştı. Allah’ın nîmeti/İslâm ve îmân sâyesinde kardeşler olmuştunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarındayken Allah sizi oradan kurtarmıştı.” (Âl-i İmrân, 103)

Resûlullah (s.a.v.) buyurdular:

Siz îmân etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olamazsınız. Size işlediğiniz takdîrde birbirinizi sevmeye vesîle olacak bir amel göstereyim mi? Aranızda selâmı yayınız.” (Müslim, Îmân, 93; Ebû Dâvud, Edeb, 131; İbn Mâce, Edeb, 11; Tirmizî, İstî’zan, 1.)

Bir ırk ve kavme mensûbiyet insanın kendi tercihiyle gerçekleşen bir olay değildir. Hiç kimseye “dünyâya gelmeden önce hangi âilenin çocuğu olmak istersin?” ya da “hangi kavme mensûp olmayı arzu edersin?” diye sorulmamaktadır. Böyle olunca insanoğlunun kendi tercihiyle elde etmediği bir şeyle övünmesi ne kadar anlamsızsa, yine kendi irâdesinin ürünü olmayan bir mensûbiyetle kınanması da o kadar anlamsızdır.

ALLAH İÇİN SEVMEK

Dünyâda ve âhirette inananın işine en çok yarayacak vasıf, sevdiğini Allah için sevmek, buğzettiğine de Allah için kızmaktır. Allah Resûlü bu özelliği îmânın kemâlinin tezâhürü olarak görmekte ve böyle bir inanca ulaşanın, îmânın tadına ereceğini belirtmektedir. Âhirette bütün dostluk ve akrabâlıklar, sevgi ve bağlılıklar sonra erecek; herkes birbirinin hasmı ve düşmanı hâline gelecektir. Ancak bunun bir tek istisnâsı vardır: Onlar da takvâ sâhipleridir.

Bu yüzden sevdiğini Allah için sevmek büyük bir kapı, yüksek bir ahlâkî meziyettir. Samîmî sevgi iç temizliğinden sonra gerçekleşir. Birbirleriyle uyum sağlayan kalpler saflaşır. Kalpler arasında mânevî uyum yoksa insanlar arasındaki geçim ve yakınlaşma dünyevî çıkarlarla sınırlı kalır. Ancak kalpler arasındaki îmân merkezli uyum ve sevgi, toplumsal iyilik ve güzelliklerin zemînini hazırlar.

İslâm toplumlarında toplum kimliğini oluşturan, İslâmî ve insânî değerlerdir. Mensûpları birbirlerine bu değerlerle kilitlenmiş fertlerden oluşan toplumların yürekleri toplu atmaya devam eder. Renk ve dil farklılığı asla ayrışma sebebi olmaz. Aynı cephelerde vatanı ve mukaddesâtı koruyan askerlerin farklı dilleri konuşuyor olmaları hiçbir zaman problem teşkil etmez. Nitekim millî şâirimiz Mehmet Âkif bunu şöyle ifâde eder:

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez

Toplu vurdukça yürekler, top onu sindiremez

Asr-ı Saâdet’te Allah Resûlü’nün etrafında Araplardan başka İranlı, Habeşli, Romalı, Yemenli pek çok kavim, ırk, millet ve dîne mensûp insan, İslâm potasında Müslüman kimliğiyle kaynaşmıştı. Asr-ı Saâdet’ten günümüze kadar gelen süreçte, bu farklı ırk ve dillere mensûbiyet asla problem olmamıştı.

Kaynak: Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz, Altınoluk Dergisi, Ocak-2010