Bey'atü'r- Rıdvân

Nübüvveti

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gördüğü bir rüyâ üzerine müslümanları Kâbe’yi ziyâret ve tavâfa dâvet buyurdu. Bu dâvete icâbet eden bin dört yüz sahâbîsi ile birlikte Hicret’in altıncı yılında Zilkâde ayının birinci pazartesi günü Mekke’ye hareket etti.

Müslümanların Mekke’ye doğru yola çıktıklarını haber alan Kureyşlilerde müthiş bir tedirginlik başgösterdi. Aralarında toplanıp mü’minleri Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Hâlid bin Velîd ve İkrime kumandasında alelacele hazırlanan iki yüz kişilik bir kuvvet yola çıktı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-’ı Mekke’ye, müşriklerle görüşüp meseleyi halletmesi için gönderdi ve ona:

“–Kureyşlilere git! Onlara haber ver ki, biz buraya hiç kimse ile çarpışmak için gelmedik! Biz ancak şu Beytullâh’ı ziyâret için, onun haremliğine riâyet ve tâzîm ederek geldik. Yanımızdaki kurbanlık develeri kesecek ve döneceğiz! Sonra onları İslâm’a da dâvet et!” buyurdu. Aynı zamanda oradaki erkek-kadın bütün mü’minlerle görüşmesini, Mekke’nin yakında fethedileceğini müjdelemesini, Allâh Teâlâ’nın dînine yardımcı olduğunu, Mekke’de îmânın açığa vurulacağı günün yaklaştığını haber vermesini de emir buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 97; İbn-i Kayyım, III, 290)

Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh’ın emri mûcibince hemen hareket ederek Mekke’ye gitti. Müşriklere, niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattı. Müşrikler buna rağmen yine de izin vermediler. Hazret-i Osmân’ı göz hapsinde tutarak:

“–İstiyorsan sen tavâf edebilirsin!..” dediler. Fakat kendisini Allâh’a ve Rasûlü’ne adamış olan mübârek sahâbî Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-:

“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı, ancak O’nun arkasında ziyâret ederim...” diyerek Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan sadâkatini bildirdi. (Ahmed, IV, 324)

Bu temaslar sebebiyle Osmân -radıyallâhu anh-’ın geri dönüşü gecikince, hakkında, öldürüldüğü şâyiası çıktı. Bunun üzerine müslümanlarla müşriklerin arasındaki hava gerginleşmeye başladı. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisini temsîl eden Hazret-i Osmân’ın ölüm ihtimâli üzerine derhâl ashâbını toplayıp:

“–Anlaşılan müşriklerle vuruşmadıkça buradan ayrılamayacağız!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 364)

Ardından, Allâh yolunda canlarını fedâ etmek için bütün ashâbdan bey’at istedi. Kadın-erkek bütün mü’minler:

“−Allâh Rasûlü’nün gönlünde ne murâdı varsa, onun üzerine bey’at ediyorum.” diyerek Rasûlullâh’ın bu arzusunu seve seve yerine getirdiler. (Vâkıdî, II, 603)

Mü’minler, Allâh yolunda ölünceye kadar savaşmaya söz verdiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek ellerini tutarak bey’at ettiler. Bey’atin sonunda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir eliyle diğer elini tutarak:

“–Bu da Osmân’ın bey’atidir!” buyurmak sûretiyle Osmân -radıyallâhu anh-’a olan îtimâd ve muhabbetini, fiilî olarak izhâr ettiler. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 7)

Bir ağacın altında yapılan bu bey’ate, “Bey’atü’r-Rıdvân” ya da “Hudeybiye Bey’ati” denildi. O gün bir münâfık hâriç bütün ashâb bey’at etmişti. Bu bey’at, ashâb-ı kirâmın, Cenâb-ı Hakk’ın yüce rızâsını kazanmalarına vesîle oldu:

لَقَدْ رَضِىَ اللهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ اِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ فَعَلِمَ مَا فِى قُلُوبِهِمْ فَاَنْزَلَ السَّكِينَةَ عَلَيْهِمْ

“And olsun ki, o ağacın altında Sana bey’at ederlerken Allâh, o mü’minlerden râzı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara huzur ve sekînet indirmiştir...” (el-Fetih, 18)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün Hazret-i Hafsa vâlidemizin yanında:

“–İnşâallâh ağacın altında bey’at eden Ashâb-ı Şecere’den hiç kimse cehenneme girmeyecek!” buyurdular.

Bu söz üzerine aklına bir soru takılan Hafsa vâlidemiz:

“–Peki yâ Rasûlallâh! Cenâb-ı Hak:

وَاِنْ مِنْكُمْ اِلاَّ وَارِدُهَا

«İçinizden hiçbiri istisnâ edilmemek üzere mutlakâ herkes cehenneme varacaktır.» buyuruyor. (Meryem, 71) Bu nasıl olacak?” dedi.

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Allâh Teâlâ şöyle de buyurdu.” diyerek bir sonraki âyeti okudu:

ثُمَّ نُنَجِّى الَّذِينَ اتَّقَوْا وَنَذَرُ الظَّالِمِينَ فِيهَا جِثِيًّا

“Sonra müttakî olanları kurtarırız da, zâlimleri diz üstü çökmüş vaziyette orada bırakırız.” (Meryem, 72)

Akabinde de buradaki “cehenneme varmak”tan maksadın, sırattan geçerken cehennemin yanından geçmek olduğunu, yoksa içine girmek mânâsına gelmediğini açıkladı. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 163)

***

Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Hudeybiye günü insanlar susadı ve Efendimiz’e geldiler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önünde deriden îmâl edilmiş bir su kabı vardı. Efendimiz abdest aldı. Halk ona doğru sokuldu. Bunun üzerine:

«−Neyiniz var?» diye sordu.

«−Abdest almak ve içmek için önünüzdekinden başka suyumuz kalmadı.» dediler.

Allâh Rasûlü derhâl ellerini kaba koydu. Derken parmaklarının arasından su kaynamaya başladı, tıpkı pınarların kaynaması gibiydi. Hepimiz ondan içtik ve abdest aldık.”

Hazret-i Câbir’e:

“−O gün kaç kişiydiniz?” diye soruldu:

“−Eğer yüz bin kişi de olsak su yetecekti, fakat biz, bin beş yüz kişi idik!” cevâbını verdi. (Buhârî, Menâkıb, 25)

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul