Beşerdeki Akıl Tutulmaları

TEFEKKÜR

Aklı, hudutsuz bir kuvvete sahip telâkkî edenler, akıl sahiplerinin hiçbir suç işlememesi lâzım geldiğini de kabul etmek mecbûriyetindedirler. Öyle ya, mâdem akıl, gerçeğe ve doğruya ulaşmaya muktedir bir vâsıtadır, o hâlde akıllı bir adam neden suç işlesin? Niçin kötü bir işin fâili olsun?

Bütün beşerî sistemler, suçluya ceza verirken, onun akıl sıhhatine sahip olduğunu kabul ederler. Aklî melekelerin, işlenen cürüm esnasında devre dışı kalmış olduğuna kanaat getirdikleri takdirde, fâile ceza vermezler.

Bu demektir ki, ceza vermenin mantıkî temeli, fâilin akıl sahibi oldu­ğunu ve bu aklın sıhhat üzere bulunduğunu kabul etmektir. Bu takdirde hem aklın hayra ulaşmaya kâfî bir vâsıta olduğuna inanmak, hem de buna rağmen ona kötü fiilinden dolayı ceza vermek, bir tezattır. İslâm ise aklı, lâzım fakat kifâyetsiz kabûl ettiği için, bu tezattan uzaktır.”[1]

İKİ UÇLU BIÇAK: AKIL

Akıl, iki uçlu bir bıçak gibidir. Hayra da vasıta olabilir şerre de. Onunla cinâyet de işlenebilir, faydalı işler de... Kulun ulaşabileceği en yüksek mânevî seviyeye, aklın yardımı olmaksızın ulaşılamaz. Fakat insanı “bel hüm edall[2] durumuna, yani idrâk bakımından hayvandan da aşağı bir vaziyete düşüren de, çoğu kez akıldır.

Filozoflar, akıllarıyla bâzı hakîkatleri tespit etmişler ve bunlar üzerinden sistemler geliştirmişlerdir. Fakat bu sistemlerin faydasından çok zararı görülmüştür. Ayrıca onların hatâya düştükleri diğer bir husus, insan gerçeğini tek bir temâyül üzerinden îzâha kalkmalarıdır. İnsan realitesine dâir tespit ettikleri bir hakîkati, lâyık olduğu seviyeden daha üstün görerek veya şümullendirerek bütün hayâtî temâyüllerin kendisine bağlı olduğu yegâne temâyül gibi görmüş olmalarıdır. Bunlar “monist” teorilerdir.

Meselâ yahudi Sigmund Freud (Froyd) (ö. 1939), ortaya attığı tezinde insana âdeta ormanlardaki hayvanlar gibi basit ve çoğunlukla da süflî bir hayat görüşü telkin etmiştir. Sayısız ve girift hakîkatleri basite indirme hokkabazlığıyla, insanı ahlâkî bakımdan sefâhat ve rezaletlere sevk etmiştir. Çünkü insandaki cinsî tatmin temâyülünü ön plâna çıkararak hayatî faâliyetlerin tamamını bununla îzâh etmiş ve bütün hâdiselerin temel sebebi olarak “libido”[3] denilen bu temâyülü göstermiştir.

Evet bu temâyül, yaratılıştan gelen bir husûsiyettir. Davranışlar üzerinde de belli seviyede bir tesiri vardır. Fakat Freudʼun hatâsı; bunu şümullendirerek hayatın her sahasına yaygınlaştırması ve bütün davranışların temel sebebi olarak bu realiteyi görmesidir. Bu hâl, ufacık bir nesneye bir mercekle bakıp ondan başka bir şey göremeyecek derecede onu gözünde büyütmekten farksızdır.

İSLAM'IN AKLA VERDİĞİ ÖNEM TEVHİD PRENSİBİNE DAYANIR

İşte İslâmʼın rasyonalitesiyle (akılcılığıyla) Batı felsefesinin rasyonalitesi arasındaki farklı noktalardan biri de budur. Batı rasyonalitesi, büyük ve çok yönlü hakîkatleri basite indiren, bulduğu tek bir parçayı, bütünmüş gibi göstermeye çalışan, dolayısıyla da hatâ ve tenâkuzlardan kurtulamayan bir akılcılıktır.

İslâmʼın akılcılığı ise; parçayı bütünün içinde gören, bütünden teferruata bakan, dolayısıyla o teferruata ancak hak ettiği ölçüde kıymet atfedip onu diğer parçalarla birlikte değerlendiren, birleştirici, bütünleştirici, tevhîd prensibine dayanan ve bu prensibe dâimâ sâdık kalan bir akılcılıktır.

Nitekim İslâm da, insanın cinsî temâyüllerini bir realite olarak kabul eder. İnsan neslinin devamı için Allah tarafından verilmiş olan bu temâyülü inkâr değil, tanzim eder. Onu nikâh hukûkuyla bir meşrûiyet çerçevesine oturtur. Bu çerçevenin içinde olanı meşrû ve makbul sayarken, dışında kalandan ise -sayısız hikmetine binâen- nehyeder.

AKIL VAHYİN REHBERLİĞİNDEN MAHRUM KALINCA

Aynı şekilde Karl Marx, Darwin ve emsâli bütün materyalistler de, tahriften korunmuş bir vahyin rehberliğinden mahrum oldukları için, insanı sadece biyolojik bir varlık olarak telâkkî edip onun gönül âlemini inkâr etmiş, böylece milyonlarca insanın rûhî ve ictimâî sefâletine sebep olmuşlardır. Komünizm ütopyası, tatbik edilmeye çalışıldığı 20. asır boyunca, hükmettiği coğrafyadaki insanların iki dünyasını da karartmaktan başka bir işe yaramamıştır.

Karl Marx, iktisâdı ön plâna çıkarıp hayat ve hâdiseleri bununla îzâha kalkmıştır. Yani o da bir parçayı alıp diğerlerini yok saymıştır. İşte akıl, vahyin rehberliğinden mahrum kalınca terazinin dengesi bozuluyor. Bu sefer ne oluyor? Hayatı ekonomiden ibaret gören liberalistler, kazancın meşrû veya gayr-i meşrû olmasına ehemmiyet vermiyor, kapitalisler insanı sırf ekonomi çarkını döndürmeye yarayan bir makine dişlisi hâline getiriyor, bu dişliler arasında ezilenleri düşünmüyor, komünistler ve sosyalistler de mülkün kime ait olduğunun kavgasıyla ömür tüketiyorlar.

Bu ve benzeri bütün beşerî sistemlerin hiçbir mânevî tarafı yoktur. Ne merhameti vardır, ne insâfı, ne vicdânı, ne de izʼânı…

İslâm ise maddî îcap ve ihtiyaçları da pek çok realiteden biri olarak kabul etmiş, ona da lâyık olduğu derecede ehemmiyet vermiştir. Bu realiteyi de vahyin ışığında tanzim ederek insanın huzur ve saâdetine en uygun şeklini beyân etmiş, helâl ve meşrû kazancın yollarını göstermiştir.

Yine İslâm, mülkün ne ferdin, ne de toplumun; yalnızca Allâhʼın olduğunu tebliğ etmiştir. Müslümanın, mülk üzerinde geçici süreliğine Allah adına tasarrufta bulunan bir veznedar hükmünde olduğunu bildirmiştir. Dünyanın yine dünyada kalacağını, insanın bu dünya imtihanında yapıp ettikleriyle ebedî hayatını şekillendireceğini beyan etmiştir. Ferdi, toplumdan mesʼûl kılmıştır.

“Komşusu açken tok yatan kimse (kâmil) mü’min değildir.”[4]

“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, bizden değildir.”[5]

gibi nebevî prensipleriyle, müslümanları âdeta birbirine zimmetlemiş, böylece sosyal adâlet ve tesânüdü en mükemmel seviyede gerçekleştirmiştir. Nitekim -Ömer bin Abdülaziz döneminde olduğu gibi- İslâm tarihinde öyle zamanlar yaşanmıştır ki, toplumda zekât verilecek fakir bulunamamıştır.

AKLİ SAYILABİLECEK HAKİKATLER

Yine bu İslâmî hassâsiyetlerin bir neticesi olarak ecdâdımız Osmanlı, merhamet müessesesi olan 26 bin küsur vakıfla, âdeta bir ağ gibi ördükleri toplumda sarılmadık yara bırakmamışlardır. Böylece toplumdaki fakirlerde zenginlere karşı kin, haset ve husûmet duygularının filizlenmesine mânî olunmuş, ictimâî huzur ve sükûn temin edilmiştir.

İşte İslâm, insan hayatında yeri bulunan bütün realiteler gibi iktisâdı da fert ve toplumun dünya ve âhiret saâdetine medâr olacak bir mükemmellikte tanzim etmiştir.

Dolayısıyla bir müslüman için gerçek mânâda “aklî” sayılabilecek hakîkatler; ilâhî hükümlere muvâfık olan, dünya ve âhireti dâimâ göz önünde bulunduracak derecede genişlik ve derinlik arz eden hakîkatlerdir.

Bu bakımdan bir müslüman, bütün varlıkları yoktan var eden ve diğer varlıklara hayat veren, müteâl bir varlığı, yani idrâk ötesi mükemmellikteki Yaratıcıʼsını dâimâ hatırında tutar; O’nu kalben ve zihnen zikreder. Âhirette Oʼna kavuşacağı ümidiyle kalben huzur bulur. Bu hususta beşer aklının mahsûlü olan felsefelerin verebileceği hiçbir huzur ve tatmin yoktur.

Bu sebeple Batı akılcılığının aklî ve mantıkî bulduğu pek çok fiil ve fikirleri, İslâm, mâkulâttan saymaz. Meselâ aklını yanlış kullanarak küfre sürüklenenlerin, veya dînin tavsiye ettiği emirleri hafife alanların, ya da herhangi bir gayr-i ahlâkî fiili meşrû sayanların aklını akıldan saymaz. Çünkü akıl, mutlak hakîkate râm olduğu müddetçe akıldır.

İNSAN HAYATTA AKLINDAN ÇOK HİSLERİYLE KARAR VERİR

Şâir Fuzûlî, ilâhî hakîkatlerin irşâdına teslîm olmadan, kendi burnunun doğrultusunda giden bir aklın zaafını şöyle ifâde eder:

Ben akıldan isterim delâlet,

Aklım bana gösterir dalâlet…

“Yani ben aklımdan bana doğruya rehberlik etmesini isterim. Aklım ise tam tersine, beni dalâlete/sapıtmaya ve bâtıla yönlendirir.”

Ayrıca insanın hâl ve davranışlarını belirleyen, sadece aklı değildir. İnsan, hayatta aklından çok, hisleriyle karar verir. Dolayısıyla hakka ve hayra ulaşmak için sadece fikirlerin merkezi olan aklın değil, hislerin merkezi olan kalbin de ilâhî hakîkatler rehberliğinde terbiye edilip olgunlaştırılması elzemdir. Bu da, kalbin tasfiye, nefsin tezkiye edilip, his, fikir ve davranışların ilâhî hakîkatlerle istikâmetlenmesini temin edecek bir mânevî terbiyeyi gerektirir.

Aksi hâlde insan, terbiye edilmemiş zihnî melekelerin ve kalbî temâyüllerin sürükleyeceği bâdirelerden kurtulamaz. Sefâletini saâdet zannetme gafleti içinde ömrünü tüketir. Hata ve yanlışlara boylu boyunca battığı hâlde, kendini hâlâ hatâsız görüverir. En ağır cürümleri işlemesine rağmen, bundan en ufak bir vicdan azâbı duymaz. Arşʼı titreten zulüm ve haksızlıklara dalar da, hâlini gâyet normal görecek kadar hazin bir kalp körlüğüne ve hamâkate dûçâr olur.


[1] Bkz. İslâm Dünya Görüşü, sf. 36.

[2] Bkz. el-A‘râf, 179; el-Furkân, 44.

[3] Libido: Freud doktrininde, cinsî insiyâkın (içgüdünün) belirtilerini meydana getiren hayatî kuvvet.

[4] Hâkim, II, 15.

[5] Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87.

Kaynak: İslam Nazarında Akıl ve Felsefe, Osman Nuri Topbaş, 128 Sayfa, Erkam Yayınları, 2013