Bereketin Kapısı

KUR’ÂNIMIZ

A’râf sûresinde şöyle buyruluyor: “O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar ve (günahtan) sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik.”1

Bu âyet-i kerîme, geçmiş ümmetlerden bazılarının kalplerinin yumuşaması için birtakım sıkıntılarla imtihan olunduklarını bildiren âyetlerden sonra nâzil olmuştur. Çünkü Mekkeli müşrikler, bahsi geçen âyetlerin nüzûlünden sonra inkâr ve inatçılığı artırmışlardı. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.) de “Şu zalim kavmi, Yusuf (a.s.) zamanındaki gibi kıtlıkla deneyerek bana yardım eyle.” diye yalvarmıştı. Yıllar süren kıtlık, müşriklerin canına tak edince Peygamberimiz’den dua etmesini istemişlerdi; onun duası bereketiyle yağmurlar yağmış ve yukarıda meâli arzedilen âyet nâzil olmuştu.2

Âyet-i kerîmeden şunu anlıyoruz; günah ve isyanlar ilâhî buğzu celb eder; sahibi için dünyada rüsvaylık, ahirette azap sebebi olur. Bir de şu var; bereketli olanda verenin rızası, alanın gönül hoşluğu vardır. Bu sebeple bolluk her zaman bereket demek değildir.

Burada îman ve takva ile (gazabından sakınarak Allah’a itaat etmekle) bereket kapılarının açılacağına işaret vardır ki bunun anlamı; aşağıdan yukarıya hürmet ve itaat oldukça, yukarıdan aşağıya merhamet ve bereket nüzûl eder demektir. Ve bu, insânî ilişkiler için de böyledir. Bu itibarla itaatkârlık aklı ve iradeyi devre dışı bırakmadığı gibi, kural tanımazlığın da özgürlük olmadığını; bilakis nefs-i emmâreye kölelik olduğunu buraya not etmek isteriz.

Dipnotlar: 1) Bkz; 7/96. 2) Buharî, Tefsir, 30, 44.

Kaynak: Cafer Durmuş, Altınoluk Dergisi, 368. Sayı