Bedr’in Arslanları

Nübüvveti

İslam tarihinde ilk savaş hangisidir? İşte Müslümanların müşriklerle yaptığı ilk savaş...

Bedir harbi, mübâreze, yâni teke tek vuruşma ile başladı. Müslümanların çıkardık­ları mübâreze erleri olan Hazret-i Hamza, Hazret-i Ali ve Hazret-i Ubeyde rakiplerini öldürdüler.

Nihâyet Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hücûm emrini verdi. İki ordu birbirine girdi. Çarpışma şiddetli başladı. Gittikçe de şiddetlendi.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ile birlikte ashâbı­nın gayret ve coşkusunu artırmak için aralarında koşup duruyor ve sık sık:

سَيُهْزَمُ الْجَمْعُ وَيُوَلُّونَ الدُّبُرَ

“O cemaat hezîmete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar!” (el-Kamer, 45) âyet-i ker­îmesini okuyordu. Ardından da müjdeliyordu:

“–Her kim, bugün düşmandan yüz çevirmeyip sebât eder, şehîd düşerse, Cenâb-ı Hak elbette onu cennete koyacaktır. Bugün şehîd olanlara Cennetü’l-Firdevs hazırdır. Hücûm ve hamle ediniz!” (İbn-i Hişâm, II, 267-268)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:

“Biz Bedir’de Allâh Resûlü’ne sığınıyorduk. O gün kendileri, düşmana en yakın duranımız, insanların en cesur ve metânetli olanı idi.” (Ahmed, I, 86)

Habîb-i Ekrem’in cesâreti husûsunda Berâ -radıyallâhu anh- da:

“Vallâhi, biz savaş kızıştı mı Resûlullâh’a -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sığınırdık. Bizim en cesûrumuz, Resûlullâh’la -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aynı hizâda durabilendi.” demiştir. (Müslim, Cihâd, 79)

ALLAH’IN ARSLANI KİMDİR?

Ashâb-ı kirâm, bu gazvede çok büyük fedâkârlık ve kahramanlıklar gösterdi. Bilhassa Allâh’ın Arslanı Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh- büyük bir şecaat ve cengâverlik numûnesi sergiledi. Nitekim müşriklerin ileri gelenlerinden Ümeyye bin Halef, ashâbdan Abdurrahmân bin Avf’a:

“–Savaşta alâmet olarak sadrına deve kuşu kanadı takan zât kimdi?” diye sormuş:

“–O, Hamza bin Abdulmuttalib’dir!” cevâbını alınca da:

“–İşte bize ne yapıldıysa hep o yaptı!” demişti. (İbn-i Hişâm, II, 272)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da amcası Hamza gibi kahramanlık göstermiş, müşriklerin başlarını vurup vurup yere düşürmüştü.[1]

Ebû Cehil, at üzerinde recezler[2] söyleyerek kendisinden hiçbir savaşta intikam alınamayacağını iddiâ ediyor ve:

“Anam beni bu gibi işler için doğurdu!” diyerek övünüp duruyordu. (İbn-i Hişâm, II, 275)

Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh- der ki:

“Bedir günü sağıma soluma baktım, Ensâr’dan iki gencin arasında olduğumu gördüm. Oysaki daha kuvvetli kimseler arasında bulunmak isterdim. Onlardan biri diğerine duyurmadan bana:

«–Ey amca! Sen Ebû Cehil’i tanır mısın?» diye sordu. Ben de:

«–Evet, tanırım! Ne yapacaksın onu?» dedim. Genç:

«–Duyduğuma göre o Resûlullâh’a sövermiş! Varlığım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, onu bir görürsem, ikimizden eceli gelmiş olan biri ölmedikçe ondan ayrılmayacağım!» dedi.

Gencin bu sözüne şaştım. Öbür genç de aynı şeyleri söyledi. Bu iki gencin arasında olduğum için büyük bir sürûr duydum. Az sonra Ebû Cehil’i harp meydanında dönüp dururken gördüm ve:

«–Bakın işte sorduğunuz adam!» dedim.

Gençler hemen kılıçlarını sıyırdılar. Ebû Cehil’e doğru koştular ve onu kılıçtan geçirdiler. Bu gençler, Muâz bin Afrâ ile Muâz bin Amr idi.” (Buhârî, Meğâzî, 10; Müslim, Cihâd, 42)

Muâz bin Amr şöyle anlatır:

“Ebû Cehil’i kılıçtan geçirdiğimde onun oğlu İkrime de bana bir kılıç vurup kolumu kesti. Elim derime asılı kaldı! Gün boyunca elim arkamda sürünerek savaşmaya devâm ettim. Bu hâldeyken çarpışmakta zorlanıyordum. Beni iyice rahatsız edince de üzerine ayağımla bastım ve onu koparıp attım!” (İbn-i Hişâm, II, 275-276)

Bir ara Peygamber Efendimiz:

“−Acaba Ebû Cehil ne yapıyor? Kim gidip bakar?” buyurdu. Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- aramaya gitti ve onu yerde buldu. Hâdisenin devâmını kendisi şöyle anlatır:

Ben onu son dakikalarını yaşarken buldum ve tanıdım, boynuna ayağımla bastım:

“–Ey Allâh’ın düşmanı! Allâh seni zelîl ve hakîr kıldı değil mi?” dedim.

“–Allâh beni ne ile zelîl ve hakîr kıldı, kavminin öldürdüğü adamlar içinde benden daha üstün kim var? Ey koyun çobanı! Sen çetin ve erişilmesi çok güç olan bir yere çıkmışsın! Sen onu bırak da bana haber ver, bugün devran kimindir?” dedi.

“–Allâh ve Resûlü’nündür!” dedim. Onu kendi kılıcıyla öldürdükten sonra Resûlullâh’ın -aleyhissalâtü vesselâm- yanına vardım:

“–Ebû Cehil’i öldürdüm!” dedim. Allâh’a hamd ü senâ etti ve:

“–O, bu ümmetin Firavun’u idi.” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 12; Ahmed, I, 444; İbn-i Hişâm, II, 277; Vâkıdî, I, 89-90)

Ümmü Hârise’nin oğlu, Bedir Gazvesi’nde düşman tarafından rastgele atılan bir okla şehîd edilmişti. Bunun üzerine annesi Allâh Resûlü’nün huzûruna gelerek:

“−Yâ Resûlallâh! Eğer oğlum Hârise cennette ise sabreder sevâbını beklerim, aksi takdirde onun için var gücümle ağlarım.” dedi.

Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona şu müjdeli haberi verdi:

“−Ey Ümmü Hârise, cennette birçok dereceler vardır. Oğlun bunlardan (en yüksek derece olan) Firdevs-i A’lâ’ya erişti.” (Buhârî, Cihâd, 14; Ahmed, III, 272)

Bu müjde üzerine Hârise’nin annesi tebessüm ederek dönüp giderken kendi kendine:

“–Bak hele! Bak hele senin şu yüce nasîbine ey Hârise!” diyordu. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 426)

İLK BÜYÜK CİHAT

Bedir Gazvesi, aynı zamanda İslâm ve îmânın varoluş mücâdelesi olması sebebiyle de, bu ilk büyük cihâda iştirâk eden ashâb-ı güzîn, Müslümanların en fazîletlileri olma şerefine nâil oldular. Hak Teâlâ, bu savaşta melekler ordusunu da seferber etti. Bedir’deki ulvî heyecan şerâresine iştirâk eden melekler de diğer meleklere göre daha büyük bir izzet kazandılar. Nitekim Cebrâîl -aleyhisselâm-, Allâh Resûlü’ne -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Yâ Resûlallâh! Bedir harbine katılanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu­ğunda, Varlık Nûru Efendimiz:

“–Onları, Müslümanların en fazîletlileri sayıyoruz.” cevâbını verdiler.

Cebrâîl -aleyhisselâm- da şu mukâbelede bulundu:

“–Biz de meleklerden Bedir Harbi’ne iştirâk edenleri, aynı şekilde meleklerin en ha­yırlıları sayıyoruz.” (Buhârî, Meğâzî, 11)

“ÖLÜMÜ YUDUMLADILAR”

O gün öğleye doğru savaş mü’minlerin galebesiyle nihâyete erdi. On dört Müslüman şehîd olmuş, buna mukâbil Ebû Cehil de dâhil olmak üzere yetmiş müşrik öldürülmüş, yetmiş kadar da esir alınmıştı. Böylece bedbaht müşrikler, gerçi Bedr’e gelmekle yiğitlik gösterdiler, ama arzu ettikleri zafer şa­rabı yerine ecel kadehlerinden ölümü yudumladılar. Câriyeleri, şarkı söylemek yerine ağlaşarak yas tuttular. Kendi saflarındaki Arapların karınlarını doyurmak yerine, onları acıkmış cehennem çukurla­rına doldurdular.

Peygamber Efendimiz, zırhı üzerinde olduğu hâlde:

سَيُهْزَمُ الْجَمْعُ وَيُوَلُّونَ الدُّبُرَ

“O topluluk yakında hezîmete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.” (el-Kamer, 45) âyetini okuyarak çadırından çıktı. (Buhârî, Cihâd, 89)

HANGİ CEMAAT BOZGUNA UĞRATILACAK?

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Bu âyet Mekke’de nâzil olduğu zaman kendi kendime; «Acabâ hangi cemaat bozguna uğratılacak? Kime galebe çalınacak?» demiştim. Bedir günü gelip de Resûlullâh’ın -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu âyeti okuduğunu duyunca, hezîmete uğrayacağı bildirilen topluluğun Kureyş müşrikleri olduğunu anladım. Âyetin tefsîrini o gün öğrendim.” (İbn-i Sa’d, II, 25; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 312)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-;

اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذِينَ بَدَّلُوا نِعْمَةَ اللهِ كُفْرًا وَاَحَلُّوا قَوْمَهُمْ دَارَ الْبَوَارِ

“Allâh’ın nîmetine nankörlükle karşılık veren ve sonunda kavimlerini helâk yurduna sürükleyenleri görmedin mi?” (İbrâhîm, 28) âyetini tefsîr ederken:

“Vallâhi onlar, Kureyş kâfirleridir. Nankörlükle karşılanan nîmet, Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’dır. Kavimlerini helâk yurduna sürüklemeleri ise, Bedir günü kavimlerini ateşe götürmeleridir.” demiştir. (Buhârî, Meğâzî, 8; Tefsîr, 14/3)

İSLAM’IN ZAFERİ

İslâm’ın ve îmânın zaferi ile netîcelenen Bedir Gazvesi, Allâh’ın samîmî, ihlâslı ve müttakî kullarına yardımını gösteren büyük mûcizeler ve onlardan alınacak pek çok ibretlerle doludur.

Bu muazzam zaferden sonra Cenâb-ı Hak, Müslümanlara bir ucub (kendini be­ğenme) hâli gelmemesi için şu âyet-i kerîmeyi inzâl etti:

فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللهَ رَمَى وَلِيُبْلِىَ الْمُؤْمِنِينَ مِنْهُ بَلاَءً حَسَنًا اِنَّ اللهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

“(Ey Peygamber!) Onları siz öldürmediniz, fakat Allâh öldürdü. Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allâh attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allâh, işitendir, bilendir.” (el-Enfâl, 17)

İnsanın sâhip olduğu kuvvet ve kudret, ilâhî takdîr çerçevesi içindedir. Bundan dolayıdır ki;

لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْعَلِيِّ الْعَظِيمِ

“Azîm ve yüce Allâh’tan başka (kimsede) güç ve kuvvet yoktur.” buyrulmuştur. Çünkü ezelde yok olduğu hâlde, ancak Allâh’ın lutuf ve keremi sâyesinde var olan bütün mahlûkâtın sâhip olduğu her şey, Allâh Teâlâ’dandır. Bu sebeple küllî irâde, bütün vak’aları, hâdiseleri ve mahlûkâtı ihâta ve ihtivâ eder. Bu, irâde ve gücün aslı Yaratan’a âit demektir. Ancak insan bu dünyâya imtihan için gönderildiğinden, ona cüz’î bir irâde verilmiş ve hayra da şerre de istîdatlı kılınmıştır. Bu gücü kullanma ise, onun irâdesine bırakılmıştır.


[1] İbn-i Esir, Üsdü’l-Gâbe, IV, 97.

[2] Recez: Arap arûzunda bir bahr’in adıdır. Bu isim “titreme” mânâsına gelmektedir ve bu bahir, iki çift tef’ileye kadar indirilebildiği ve bundan dolayı bir raczâ’ya, yâni “kalkarken zayıflıktan titreyen bir dişi deve”ye benzediği için bu ad verilmiştir. Ya da “recez: gürleme” eski zamanlarda bu veznin tercihan kullanıldığı savaş türkülerinin gürleyerek söylenmesi mânâsında olmalıdır. (Cehande, A.-Çetin, N. (ikmal), M.E.B İA, “recez” mad., IX, 657)

Kendisinde sür’atle yavaşlılık hâlinin vurgulu ve ritmik bir şekilde buluşması nedeniyle, pek çok enstrüman ile de kullanılmaya elverişli olan, bu sebeple mânânın zihinde yoğunlaşmasına imkân veren, hem hüzün hem de sevinç hâllerinin dile getirilmesi için müsâit olan recez bahrinin 15 kadar çeşidi bulunduğu ifâde edilir. (Tâhiru’l -Mevlevî, Edebiyat Lügatı, s. 120, “recez” mad.)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR? HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V) HAYATI

HZ. MUHAMMED MUSTAFÂ (S.A.V.)