Baharı Tefekkür

TEFEKKÜR

Bahar, yüreğimizde patlayan ilâhî duyguların insanî ve İslamî tezahürleri ile önce bizi, sonra çevremizi ihyâ etmelidir. Gönlümüzdeki baharın cemreli, etrafımızdaki insanların ve insanlığın kalbine de düşmelidir.

Cemre düştü. Buzlar çözüldü. Toprak altında uyuyan nebâtata sıcaklık geldi. Uyanışın en temizi, en güzeli yaşanmaya başladı. Uzun kış aylarında buz tutan varlık âleminde yeniden bir diriliş, bir toparlanma başladı. İlâhî bir nefesle, en güzel râyihaların ruhumuzu okşadığı, göz alıcı renklerin nümâyiş ettiği yaratılış harikaları, baharla muhabbetlerini terennüm etmeye başladı. Âdeta her varlık, lisan-ı hâl ile kendini var edenin adını anıyor, sesleri ve nefesleri sonsuzluğa uçuruyor.

Bu beton yığınları arasında baharın yüreklerimizi ısıtan o güzelliğini göremiyoruz. Ancak asıl bahar, gönlümüze, ruhumuza gelmeli ve gönül iklimimizde yeşeren her bir filiz bize gerçek baharı yaşatmalıdır.

Kâinatın Efendisi, “Kış, mü’minin baharıdır!” buyuruyor. İbadetlerin, tefekkür ve tezekkürün, hattâ iç âleme dönmenin zirve yapması gereken bir zaman dilimidir, kış ayları... Bir yandan kış soğukları âlemi sararken, mü’min bu içe dönüşü fırsata çevirmeli ve Rabbine yakınlaşmanın mânevî hazzını yaşamalıdır.

Kış aylarının zâhiren soğuk, hatta dondurucu bir tarafı olsa da bütün dış alakalardan koparan tarafını bir nimet şuuru ile değerlendirmeli, kış ayını gerçek bir bahara çevirmelidir.

Şayet kış aylarını bahara çevirememiş, içimizde taşıdığımız insanî zaaflarımızı, o kış aylarının dondurucu soğukları ile yüzleştirememişsek o zaman ruhumuz başta olmak üzere şefkatimiz acımasızlığa, merhametimiz gaddarlığa, fedakârlığımız bencilliğe, cömertliğimiz cimriliğe, nahifliğimiz kabalığa tebdil olmuş demektir. İşte mü’min için asıl tehlike de bu olsa gerek!..

Gönül iklimimize düşürmemiz gereken cemreler, başta insanî yönden donmuş, hissiyatını kaybetmiş yönlerimize düşmeli... Katılaşan o yönlerimizi eritmeli ve toprağı yarıp çıkan tohumlar gibi içimizdeki hakiki insanı ortaya çıkarmalıdır.

İLAHİ RAHMETİ KUŞANMA ÇAĞRISI

İnsanî hasletlerin artık kanunlarla belirlendiği ve insan kıtlığının yaşandığı bir dünyada, sadece ve sadece yaratıcısı Allah olduğu için insana saygı ve hürmet duyulması gerektiği şuuru ile hareket edilmelidir. Çünkü insanlığın varlık sebebi Kâinatın Efendisi, ilâhî rahmeti kuşanarak çağrısını yapmıştır. Merhamet peygamberi olduğunu âdeta haykırmıştır.

İnsanlık ve insan olma şerefi, her türlü statünün üzerindedir. Allah, insanı “insan” olarak muhatap almıştır. Müslümanlık ise, o şerefli insana giydirilmiş en mübarek taçtır. İnsan, tescilli Allah düşmanı değilse, içinde hidayete açılan küçücük bir pencere muhakkak var demektir. O yüzden İslâm ile şeref bulan her bir kişi, bu şerefi bir başkasına taşımada kendisini vazifeli görmeli ve insanlık, şerefini yine onu yaratan Rabbinden bilmelidir.

Allah, kitabında “eşref-i mahlûkât” sıfatını yine insan için kullanıyor. Ki bizler içimizde donmuş, katılaşmış, buz tutmuş insanî duygularımızı gönül cemresi ile diriltelim ve yeniden aslımızı hatırlayarak ve kendimize gelme hamlesi başlatalım.

Sonra da sevgi ve merhametimizi yok eden acımasızlık ve sevgisizlik hastalığımıza ayrı bir gönül cemresi düşürelim, baharın buram buram ilâhî tecellî kokan penceresinden…

İnsanın içinde var olan ve her zaman bir tehlike arz eden hayvanî/nefsânî duygular, eğer dikkat edilmezse, içinde büyüttüğü bir canavara dönüşebilir. Böyle bir insan merhametini, sevgisini, şefkatini, kalp hassasiyetini kaybederek, kısaca kendisini “insan” yapan bütün özelliklerine veda ederek insanlıktan çıkabiliyor. Sûret olarak insan olsa da sîret olarak insandan başka her şeye dönüşebiliyor.

İç acıtan pek çok misal vermek mümkündür. Ancak uzaklara gitmeye gerek yok!.. Bugün çok yakınımızda cereyan eden insan katliamları, öldürmenin akıl almaz ve acımasız şekilleri, acaba neyin tezâhürü? Kendi cinsini yiyip bitiren, akla hayale gelmeyen işkence yöntemleri ile insanın kanını donduran bu hadiseler, merhametin ve şefkatin bittiğinin en canlı örnekleri değil mi? İnsan öyle zâlim oluyor ki, varlık âleminin en acımasızı ve en tehlikelisi haline gelebiliyor.

GÖNLÜMÜZE DÜŞEN CEMRELER

İnsanın da gönlüne cemrelerin düştüğü anlar olmalı. Şefkat cemresi, merhamet cemresi, gönülleri dirilten cemreler... Merhamet iksiri çok uzaklarda değil aslında. Bu gönül hareketleri asırlar boyunca pek çok kez tecrübe edilmiş, bu sayede toplum imar edilmiş ve bir model ve özenilecek “insan” inşa edilmiş. İslam, en güzel merhamet cemrelerini insanın yüreğine düşürecek zenginliğe sahip bir dindir; doğru anlaşılıp güzel yaşandığı takdirde…

İnsanı, insan kılan diğer bir mânevî değer de fedakârlıktır. Bunun mukabili, kapitalizmin putlaştırdığı ve âdeta insanın karşısına diktiği “bencillik” ve “ferdiyetçilik/bireysellik” anlayışlarıdır ve içimiz bir virüs gibi kemirip durmaktadır. İnsan, bu hastalıklı çağın ürettiği ve içine zerk ettiği “aşırı bencillik” illetinden bir türlü kurtulamadığı için, ona kendince haklı gerekçeler uydurabiliyor. İnsanın bir noktaya kadar kendisini düşünmesi, tabiî, hattâ gerekli… Ama bunu kendi dışındaki varlıkları hiçe sayacak noktaya getirdiğinde tehlike başlıyor ve büyüyor. “Herkes ve her şey benim için ve bana göre olmalıdır!” duygu ve düşüncesi, insanı gaddarlaştırıyor ve başkalarının dert ve sıkıntılarına karşı vurdumduymaz kılıyor. Neticede insan, kendini güzelleştiren bir haslete daha veda edip “duygusuz” ve “hep kendine yontan” bir makinaya dönüşüyor. İşte tam bu anda insanın kalbine merhametten bir cemre düşmeli ki, insafı, vidanı, insanlığı kurumasın!

MODERN ZAMAN HASTALIĞI

Modern zamanın insana telkin ettiği başka bir hastalık ise, “kendine hayran olma” hastalığıdır. Kendini sevme ve kendini çok önemli görme saplantısı çok tehlikelidir. Elbette ki insan kendisine kıymet vermelidir. Ancak nefsânî kibrin her türlüsünü reddeden dinimiz, bunu Yaratan’la boy ölçüşme olarak görmektedir. İnsan kıymetli, değerli, Allâh’ın aziz tuttuğu bir varlıktır. Ancak o “küçük dağları ben yarattım!” kibrine kapılırsa, tarih boyunca benzerlerinin sürüklendiği inkâr, isyan ve hiçlik çukuruna sürükleniverir.

Kendine hayran olma hastalığı, bir tür modern zaman hastalığıdır. Çünkü insanın etrafını kuşatan her türlü düşünce, ona bu yönde telkinlerde bulunuyor. Bu telkin neticesinde insan, Rabbini unuttuğu gibi kendisini ve kendi acziyetini de unutabilmektedir.

“Dünyaya aşırı bağlılık”, başka bir ifade ile “tûl-i emel” de insanın vazgeçemediği, imtihan edildiği başka bir hâldir. Fâniliği unutup bâki olduğu hissine kapılması da insanı büyük felaketlere sürükleyen tehlikelerden biridir. O yüzden mezarlıkları ziyaret, insanın aklını başına getirecek en güzel ibret tabloları ile doludur. İnsan, fani olduğunu hiçbir zaman aklından çıkarmamalı, bâki olanın sadece Allah olduğu şuurunu muhafaza etmelidir. Ve bütün dönüşlerin O’na olacağını ve olduğunu da bilmelidir.

Bütün hırslar, çatışmalar ve emeller; insanın zayıflığını unutup bekâ hevesine kapılmasından sonra başlıyor. Fânilik duygusu, insanın haddi aşmamasını, tevazu içinde bir hayat sürdürmesini ve serâpâ dünyaya bağlanmamasını öğretiyor. İşte bu istikamette terakki edebilmek için insan içindeki bekâ sıfatı ile katılaşmış duygularına; fânilik cemresi düşürmeli, kalbinde yükselen o “bekâ” arzusunu ve “tûl-i emel” putunu paramparça etmelidir. Çünkü bekâ duygusu, insanın boyunu aşan ilâhî bir sıfattır. Ve sadece Allah’a aittir. İnsanın Rabbi karşısında bu duyguya kapılması da bir tür haddini aşmaktır. İnsan, olsa olsa bekâ sahibi Rabbine sevdâlı olur.

Belki şu bahar aylarında içimize düşürmemiz gereken cemrelerden biri de cimriliğimize, pintiliğimize karşı, infak ve cömertlik cemreleridir. Vermenin hazzını ilâhî boyutta yaşamak, verdikçe bize verenin rızık kapılarını sonuna kadar açtığına inanmak ve iç dünyamızdan dışa huzur tevzî etmek, ancak eli sıkılıktan kurtulmakla olacak bir haslettir. Çünkü bütün varlık, Allâh’ındır. Aslında bize ait hiçbir şey yoktur. Bizim sandığımız her ne varsa, buna kendimiz de dâhil, hepsi ve her şey Rabbimize aiddir. O yüzden “O’ndan geldik, O’na döneceğiz!” şuuru, bu aidiyetimizi en özlü şekilde ifade etmektedir.

Nasıl ki, soğuk kış aylarından sonra Rabbimiz, kâinata güneşin sıcaklığını, yeşilin terâvetini, suların coşkunluğunu ve kalplere farklı bir dirilik veriyorsa, kul olarak bizler de içimize baharın bereketini düşürecek, insanlarla maddî-mânevî her türlü paylaşımlarda bulunacak bir şuurla hareket etmeliyiz. İnfakın mânevî hazzını, cömertliğimiz ile yaşamalıyız.

Hâsılı, bahar, yüreğimizde patlayan ilâhî duyguların insanî ve İslamî tezahürleri ile önce bizi, sonra çevremizi ihyâ etmelidir. Gönlümüzdeki baharın cemreli, etrafımızdaki insanların ve insanlığın kalbine de düşmelidir. Kendi içimizde de hangi duygumuz donmuş, buz tutmuşsa; onun içine bir cemre düşürmeli ve baharın penceresinden yeni bir hayata başlamalıyız vesselam…

 

Kaynak: Şefika Meriç, Şebnem Dergisi, 146. Sayı