Azrail'e "hoş Geldin" Diyebilecek Misin?

HAYATIMIZ

Yaşanan hastalıklar, beklenmeyen sürprizler, meydana gelen felâketler, nice hayâtî tehlikeler; ölümle insan arasında ne ince bir perde olduğunu göstermeye kâfî değil midir? Bu kadar îkaz ve alâmetlere rağmen ömür takviminden yaprakların birer ikişer düşüşünü ekseriyetle binbir gaflet ve his donukluğu içinde seyretmek ne acı!.. Tıpkı üzerinden akıp giden yağmur damlalarından nasip almayan kayalar gibi…

Hendek Gazvesi’nde olduğu gibi tahammülün son raddesine dayandığı ve sabırların zorlandığı anlarda Allah Rasûlü (s.a.v) ümmetine; “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyurarak bu dünyanın musîbet ve imtihanlarının geçici olduğunu ve bunların istikbaldeki mükâfatların sermayesi hâline dönüşeceğini tebliğ ediyordu.

Diğer taraftan Mekke Fethi’nde olduğu gibi büyük bedeller ödenerek ulaşılan muvaffakıyet ve zaferler karşısında da nefsin ve gururun tuzağına düşmemek için yine;

Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyordu. Sefâletini saâdet zanneden gâfiller; “Hayat nedir?” sorusuna, “İşte bu yaşadığımız gündür. O da kabir kapısında bitecektir.” diye cevap verirler. Toprağın rutûbeti ve mezar taşlarının katılığında tükeneceği düşünülen böyle gâfilâne bir hayattan daha acı ne olabilir ki?!

Aslında bizler, doğduğumuz günden itibaren her geçen gün bir parça daha ölüyor ve farkında olmadan kesintisiz bir şekilde ölüme doğru yol alıyoruz. O hâlde, gerçek sonsuz hayat, beşikle tabut arasındaki mesafeye sığmayacak kadar ulvî ve ebedî bir hakikattir. Böylesine sonsuz bir hayat karşısında dünya hayatı, deryadaki katre kabîlinden değil midir?

Bu yüzden asıl hayat, Kur’ân ve Sünnet hakikatlerinin rûhâniyeti içinde yaşayarak ebedî saadete nâil olabilmektir. Bunun yolu da dünya hayatını, musîbetleri ile de, ziynetleri ile de ebedî hayatın ilk merhalesini teşkil eden bir imtihan safhası olarak görmekten geçer.

Şâir, yaratılış gâyesine uygun, huzur dolu, şerefli ve haysiyetli bir hayatı şöyle ifadelendirir:

Seni annen doğurup attığı gün ağlıyordun,

Bütün âlem gülüyordu bir yanda,

Şimdi öyle bir ömür sür ki, ölürken gülesin;

Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân arkanda!..

Dünyaya vedâ hâlindeki her insan, son nefes aynasında, güzellikleri ve çirkinlikleri ile bütün bir ömrünü yeniden seyreder. Son nefesimizin pişmanlıkla seyredeceğimiz bir ayna olmaması için Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin feyizli ikliminde hayır-hasenât ve sâlih amellerle müzeyyen bir kulluk hayatı yaşamamız zarûrîdir. Zira hadîs-i şerifte;

Kişi yaşadığı hâl üzere ölür, öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, V, 663) buyrulmaktadır.

Başka bir ifadeyle son nefes, acı-tatlı hâtıralarıyla yaşanmış olan fânî hayat sahnesinin son perdesidir. İşte ebedî âhiret yolculuğuna çıkarken, dünya hayatına bakıp söylenen bu “son elvedâ”nın mâhiyeti çok mânidardır. Şâir Necip Fâzıl’ın dediği gibi:

O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,

Azrâil’e “Hoş geldin” diyebilmekte hüner…

Unutmamalıdır ki, ârif ve âşık gönüllü Hak dostlarının dünyadaki huzurlu hayatı, kabir âlemlerinde de aynı huzur ikliminde devam etmektedir. Hazret-i Peygamber (s.a.v) de kabir âleminin, onlar için bir cennet bahçesi hâlinde olduğunu müjdelemişlerdir. Aşağıdaki mısralar, âdeta böyle bir huzuru terennüm eder:

Ölüm, âsûde bahar ülkesidir bir rinde

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter

Ve serin selviler altında yatan kabrinde

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter

(Yahya Kemal Beyatlı)

KAYNAK: Osman Nûri TOPBAŞ, Bir Nasihat Binbir İbret, Erkam Yayınları, 2013, İstanbul