Ashab-ı Kiram’ı En Çok Sevindiren Hadis

VİDEOLAR

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, Ashab-ı Kiram'ı en çok sevindiren “Kişi sevdiği ile beraberdir.” hadis-i şerifini ve Peygamber Efendimiz ile kıyamet gününde beraber olmanın ilk şartını anlatıyor.

Ashâb-ı Kirâmı En Çok Sevindiren Hadîs-i Şerîf

Efendimiz buyuruyor ki:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor. Ashâb-ı kirâmı en çok sevindiren, bu hadîs-i şerîf oldu. (Bkz. Müslim, Birr, 163)

Sevban vardı. Sevban köleydi. Ebû Bekir Efendimiz onu âzâd etti. Efendimiz’in sohbetine gelirdi, sohbetinde vecd-istiğrak hâlinde yaşardı. Eve giderdi, bir hüzün kaplardı.

Bir gün de öyle hüzünle geldi. Rasûlullah Efendimiz:

“–Sevban, nedir dedi, nedir hüznün dedi. Niye gamlısın dedi, seni gama sürükleyen nedir?” dedi.

Çok ibretli; bizi ne sürüklüyor, Sevban’ı ne sürüklüyor?

“–Yâ Rasûlâllah dedi, sohbetinizde hâlden hâle geçiyorum. Eve gidiyorum, hasret kalıyorum. Düşünüyorum; ya Siz benden evvel vefat edeceksiniz yahut da ben sizden evvel vefat edeceğim. Ben bu ayrılığa nasıl dayanacağım? Siz kıyamet günü Cennet’te peygamberlerin zirvesinde olacaksınız, ben ise kim bilir nerede savrulup kalacağım? Bunu hissettikçe beni bu, gama ve hüzne sürüklüyor.”

İşte Efendimiz orada buyurdu ki:

“–Sevban dedi;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Demek ki kardeşler! Bu, Fetih Sûresi’nin o son âyetinde, diğer çok âyetler var… Cenâb-ı Hak buyuruyor:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaattir…” (en-Nisâ, 80)

Allâh’a itaat, Rasûlullah’a itaat; öyle çok âyet-i kerîmeler var.

Velhâsıl nasıl Rasûlullah Efendimiz’in hâliyle hâlleneceğiz? Onun için de kalbimizin inkişâfı zarûrî.

Gerçek muhabbet; kişiyi sevdiğinin hâliyle hâllendirir. Kalpte irâde yoktur. Kalp, sevdiğinin irâdesine tâbî olur. Gözünde irâde var; açıp kaparsın. Elinde var; kaldırıp indirirsin. Fakat kalpte irâde yoktur. Kime muhabbet duyuyorsan, onun şeyinde gidersin.

İşte ashâb-ı kirâmda bütün muhabbetlerin üzerine çıktı Efendimiz. Daimâ “Emret!” dedi, “Yâ Rasûlâllah, emret!” dedi. “Ne olursun emret!” dedi. “Emret!” dedi. “Canım, malım, her şeyim Sana feda olsun yâ Rasûlâllah!” dedi.

Öyle bir aşk, vecd ki, Vehb bin Kebşe tâ Çin’e gitti, hasret içinde yandı. Bir geleyim dedi tekrar Medîne’ye, belki altı ayda geldi. Baktı Allah Rasûlü vefat etmiş, üzüldü. “–Beni Allah Rasûlü Çin’e tayin etmişti.” dedi. Tekrar gitti, Çin’e gitti, irşâda gitti.

Bu işte, bir muhabbet bu…

Efendimiz’in gönlünde ne vardı?

İlk müslümanların eğitim gördüğü Dâru’l-Erkam vardı. Demek ki bir Kur’an müessesesi vardı. Ve Kur’ân mektebi, Kur’ân medresesi vardı.

Bu, çok zorluk altında bu devam ediyordu. Müşrikler daima tasallut hâlindeydi. Efendimiz namaz kılarken işkembe atıyorlardı, deve işkembesi üzerine. Birçok sahâbîyi taşlıyorlardı, ıztırap veriyorlardı, korun üzerine yatırıyorlardı. Bir sahâbîyi devenin; bir ayağını bir deveye, bir ayağını bir deveye bağlayıp ikiye parçaladılar, vazgeçmedi, “Allah birdir!” dedi.

Dâru’l-Erkam devamlı feyz tevzî ediyordu, rûhâniyet tevzî ediyordu. Bütün bu zulmün karşısında devam ediyordu hizmetine. Medîne-i Münevvere’ye hicrette Efendimiz Ashâb-ı Suffe’yi kurdu. Orada Efendimiz yetiştiriyordu, onları bütün dünyaya gönderiyordu. Hattâ sahâbînin biri diyor, gittim diyor, baktım diyor, yarı aç diyor, beli içine çökmüş, bir tarafta Kur’ân tâlim ediyordu, diyor. (Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Ebû Hüreyre diyor:

“Biz diyor, herkes hurma bahçesindeyken biz yarı aç olarak Efendimiz’in önünde tâlim görüyorduk.” diyor. (Bkz. Buhârî, İlim, 42)

İbn-i Mes’ûd diyor:

“Öyle bir hâle geldik ki rûhâniyetten, boğazımızdan geçen lokmaların zikrini duymaya başladık.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)

Demek ki bizim de Rasûlullah Efendimiz’le kıyamet günü O’nunla beraber olmanın ilk şartı, Ashâb-ı Suffe’yi kurabilmek. Yani hizmet müesseseleri, Kur’ân-ı Kerîm müesseseleri, Kur’ân-ı Kerîm’e hizmet edecek talebeler yetiştirmek. Hoca-hocahanım olacak talebeler yetiştirmek. Onlarla tebliğ edebilmek. Sebep olan, vesîle olanlara da sadaka-i câriye oluyor.

Demek ki bir mü’minin en mühim hizmeti:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…O gün, verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)

Demek ki Allâh’ın verdiği bu İslâm nîmetini yaşayarak yaşatmak.

“…Siz Allâh’a yardım ederseniz (buyruluyor), Allah da size yardım eder, ayağınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) Muhammed Sûresi.

Yani İslâm’ı yaşarsan yaşatırsan Cenâb-ı Hak da seni koruyor, ayağını kaydırmıyor, Allah sana yardım ediyor.

Demek ki en mühim, Efendimiz’in hedefi buydu. Bütün ümmeti, bütün insanlığı selâmete çıkartmak, Cennet’e gönderebilmek. Cennet’e vâsıl edebilmek. Arkamızdan güzel bir nesil bırakabilmek.

Efendimiz buyuruyor:

“…Benim ümmetimin başı mı sonu mu hayırlıdır bilinmez.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Edeb, 81) Yani başı da hayırlıdır, sonu da hayırlıdır. O hayrın içine girebilmek…

Üzerimizde Kur’ân-ı Kerîm’in hakkı var. Rasûlullah Efendimiz’in hakkı var. Din kardeşlerimizin hakkı var; onun boşluğunu doldurabilmek… O müesseselere, İslâm’a hizmet edecek müesseselere, irşâd edecek, yani müsterşidi irşad, irşad bekleyenleri irşâd edecek müesseselere ihtiyacımız var.

Etmedik; ne oluyor? İnsanımız gidiyor!.. İnternetti, televizyondu vesâireydi, birtakım şeylerle seküler dünyanın insanı olmaya başlıyor. Ana-babanın da bir rolü kalmıyor. Bir anatomik bir şeyin, beraberliğin de hiçbir şeyi kalmıyor.

Âyette de çok ibretli:

Nuh -aleyhisselâm-’ın üç oğlu gemiye bindi. Biri; “Ben dedi, dağa çıkarım dedi, bana bir şey olmaz!” dedi.

Tabi bir babalık merhameti; Nuh -aleyhisselâm-:

“–Yâ Rabbi, bu benim ehlimdir.” dedi. Yani lûtfet de o da binsin demek istedi.

Cenâb-ı Hak:

“–Nuh dedi, onun ameli gayr-i sâlihtir.” dedi. Onun akidesi bozuktur dedi. “Sakın Nuh dedi, câhillerden olma!” dedi. “O senin ehlin değildir.” dedi. (Bkz. Hûd, 46)

Velhâsıl bizim vazifemiz, irşad vazifesi kardeşler! Evlâdımızı ne kadar seviyorsak, kıyamet günü ondan ayrı düşmeyelim. Peygamber Efendimiz, ümmetini çok severdi. Biz de ümmet-i Muhammed’i sevmekle Efendimiz’e yaklaşırız. Demek ki ümmet-i Muhammed’i fazilete götürecek müesseselere ihtiyacımız var.

En büyük kültür, Kur’ân-ı Kerîm kültürü. Ondan daha büyük kültür yok. O, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettği bir kültürdür. Bu kültür 23 senede tamamlandı. 23 senede bu kültür tamamlandı. Rasûlullah Efendimiz her inen âyeti yaşatarak öğretti. Kendisi yaşadı, yaşatarak da tâlim ettirdi. Onun neticesinde 23 sene sonra bir asr-ı saâdet, bir fazîletler medeniyeti meydana geldi.

Başka ne vardı Efendimiz’de?

Hidâyet mahrumlarını ebedî kurtuluşa kavuşturmanın derdi vardı. Hidâyetle şereflenen, fakat henüz takvâya erişmemiş müslümanları irşad etme gayreti vardı. Ki, Cenâb-ı Hak 250 küsur yerde bize “takvâ”yı emrediyor. Farzlar, haramlara dikkat edilecek. İnsan…

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir…” (Bkz. el-Hadîd, 4) Bu, kalpte şuur ve idrak hâline gelecek.

Daha ne vardı?

Toplum… Dertlilerin derdine derman olma azmi vardı. Ümmetinin garipleri, kimsesizleri, mağdurları, muzdaripleri, hastaları, yoksullarına kol-kanat germe mes’ûliyeti vardı Efendimiz’de.

Ashâb-ı kirâm da böyle oldu. Gözü yaşlı mâsumlar, çaresiz yaşlılar, himayesiz dullar, sahipsiz yetimler, çile ve ıztırap içinde inleyen kanadı kırıklara bir tesellî kanadı olma cehdi vardı.

Zâlimlerin zulmüne engel olma vardı. Mazlumlara imdâd etme, hakkı tutup kaldırma vardı.

Düşmanlıkları, müslümanlar arasındaki buğzları, kinleri, onları kardeşliğe dönüştürme, gönüller arasında yıkılmaz muhabbet köprüleri inşâ edebilme gayesi vardı.

İşte bunlar, bütün Efendimiz’in emsalsiz bir örnek şahsiyeti vardı. Her hâline yansıyan, müstesnâ bir nezâket, zarâfet, incelik, rikkat, hassasiyet, letâfet vardı. Daima İslâm’ın güler yüzünü dünyaya, kâinâta göstermenin gayesi vardı. Rahmet vardı. “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet) olmuştu ve bir mü’minin de bir rahmet insanı olması îcâb eder. Ki o kıyâmetin zor gününde;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) Rasûlullah Efendimiz’le beraber olabilme…

Onun için İslâm, ahlâkta medeniyettir:

Berrak bir vicdan ister. Bütün nefsânî arzulardan temizlenmiş bir kalp ister. Gönüllerini ilâhî bir nazargâh olduğu idrâkiyle kurulan vakıflar ve vakıf medeniyeti, buralarda hizmet etmek, insan yetiştirmek. En mühim miras, insan mirasıdır. (Zira vârislerin miras bırakılan) malı nasıl kullanacağı belli değildir.

İlimde medeniyettir İslâm:

Kur’ân ile alâkayı artırmak, Kur’ân ile yaşamak, yaşatmak, böylece hikmetlere nâil olmak.

İctimâî, iktisâdî hayatta medeniyettir:

Bir müslüman, kendini dünyanın akışından mes’ûl görecek. Cenâb-ı Hak, Rahman ve Rahîm. Efendimiz, raûf ve rahîm. Bizler ise rafine olmuş bir kalp ile;

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])

İlâhî huzûra selîm bir kalp ile varabilmek… Cenâb-ı Hak kuluyla dost olmak istiyor…