Arifler ve Filozofların Özellikleri, Farkları

İLİM

Arifler ve filozofların özellikleri nelerdir? Arifler ve filozoflar hangi noktalardan birbirlerinden ayrılırlar? İlim marifete engel midir? Neden ariflerimiz yoktur?

Felsefe, varlığı zihinle, akılla ve maddeyle açıklar.

FİLOZOFLARIN ÖZELLİKLERİ

Örneğin, Platon idea derken zihni merkeze alır. Aristoteles’ten Hegel’e, Fische’den Habermas’a kadar bütün felsefeciler akıl üzerinden giderek bilgiye ulaşmaya çalışırlar. Varlığı, insan öznesinin zihni, bilinci ve aklı ile kavramaya çalışırlar. Bunlara idealistler denir. Alman idealizmini Kant başlatır. Marx ile akıl yerine üretim ilişkileri ve maddi toplumsal koşullar devreye girer. Modern düşünce bu iki alanda çatallaşır. İdealizm ve natüralizm de diyebiliriz buna. Hermenötik fenomenoloji diyebileceğimiz üçüncü bir felsefi düşünceden de bahsetmek mümkün. İnsanın doğayla ve toplumla ilişkilerinin yorumuyla beraber anlamın keşfedilmesi… Buna göre insan, varlığıyla beraber doğayı ve toplumu yorumlayarak anlama ulaşabilir. Böylece idealizmin ve realizmin ötesinde bir felsefi duruş ortaya çıkar. Ancak nihayetinde hakikat arayışı akıl, bilinç, doğa ve insan öznesi ile sınırlı bir alanda devam eder. Bilgi burada aranır.

Felsefi bilgi, hem akılsal hem de yorumsaldır. Ancak çıkış noktası akıldır. Doğa da, toplum da, insan da nesnel doğruları temsil ettiği varsayılan tümel kavramlardan hareket ederler. Kavram, varlığı açıklayan düşüncenin özetidir. Kavram, varlığın pratikleriyle oluşan gerçeklik yönüne bakmaz. Bundan dolayı son dönem sosyal teori, felsefeye karşı ciddi eleştiriler getirmektedir. Elbette post-modern felsefe de varlığın nesnel gerçekliğinin bir takım tümel kavramlar (kategoriler) ile tanımlanmasına ve açıklanmasına karşı oldukça mesafelidir.

Varlık alanı bilgi, toplum, insan, ahlak konuları apriorik akıl ilkeleri ve kavramlarıyla temellendirir. Örneğin Kant, bilgi kaynağının saf akıl olduğunu söyler. Saf akıl, aprioriktir, kavramsaldır, kategoriktir, epistemolojiktir, temel ilkedir. Hegel de benzer bir tutuma sahiptir. O da bilinç, self-bilinç (kendilik) kavramlarıyla aklı özdeşleştirir. Akıl, öncelikle self-bilinçtir ve tarihe yansır. Tarihin içine açılır. Tarihte akıl haline gelir.  Tarihin ürettiği akıl değil, self-bilincin evrensel özellikleriyle tarih içinde kendisini var etmesidir. Modern düşüncenin akıl ile olan bu ilişkisi Akıl Çağı olarak tanımlanmıştır. Doğrudur; varlığın özü akıl ile açıklanır ve akıl ile inşa edilir.

Goethe gibi nadir kişiler de vardır. Akıldan daha fazla hikmete yakın duran düşünce adamları... Doğu-Batı Divanı ve Faust eseri hikmet cihetinden hareket eder. Yine Dante’nin İlahi Komedya eseri de bir hikmet eseridir. Varlık, akıl ötesi bir bağlamda yorumlanır.

ARİFLERİN ÖZELLİKLERİ

Arif, başka bir bilgi aktörü, farklı bir düşünce adamıdır. Burada irfan kavramı belirleyicidir. Arif, hakikati ve düşünceyi akıldan öte keşfederek bunlara ulaşan kişidir. Hakikat, sadece nesnel maddi dünyanın varlığını gözlemleyerek elde edilmez. Öncelikle, ona yönelen bilincin ve kalbin özellikleri önem taşır. Bilinç ve kalp, müşahede edebilecek ve keşif yapabilecek bir temele sahip olmalıdır.

Arifte özellikle içsel aydınlanma önem taşır. Bilgi aktörü öncelikle kendisi içsel olarak aydınlanmalıdır. Öznel bir serüvenden geçmek şarttır. Tefekkür gerekir. Tefekkürü engelleyen, kalbin saflığını engelleyen bütün içsel ve dışsal tehditlere karşı mesafe içinde olmalıdır. İçsel tehdit, yine bizzat öznenin kendi öznelliğidir. Hırsları, beklentileri, kıskançlıkları vs. onun hakikate gitmesinin önünde duran en büyük engellerdir. Aradığı bilgiye de ulaşmasını engeller. Arif, bu benlik engellerine karşı bilinç içinde olmalıdır. İkincisi, dışsal dünyadan gelen engellerdir. Sınıfı, toplumu, çağı, sosyal ilişkileri, iktidar bağlamı gibi özellikler onun hakikate gitmesinin önünde önemli sorunlar oluşturabilecek durumlardır.

Arif, bu sosyal etkilerin ve içsel olumsuzlukların baskılarına karşı “bilgiyi almaya ve keşfetmeye uygun özne” haline gelmek için bazen inzivaya çekilir, toplumdan ve kendisinden kaçar, yokluklara karışır. Benlik ve toplum arınması yaşar. Işık, mağaradan düşer kalbe. Peygamberler en büyük arif modellerdir. Onlar hakikat bilgisine öyle ulaştılar. Arifler de öyledir. Onların da kalbine bilgi ışık olarak düşer, yani nur olarak. Nur, kalbe yansıyınca veya kalbe düşünce bilinç aydınlanır. Kalp, keşfetmeye başlar. Kant’ın “saf aklı” yerine burada “saf kalp” vardır. Varlığın evrensel ilkeleri burada müşahede edilir. Saf kalp, hakikatin evidir.

ANADOLU İRFANININ BÜYÜK DEHALARI

Mevlana ve Yunus Emre, Anadolu İrfanının büyük dehalarıdır.  Onlar da varlığa nazar ederler. Varlığın hakikatini anlatırlar. İnsanı çevreleyen hakikatin ontolojisi üzerinde dururlar. Aşkı, Tanrıyı, inancı, ölümü, insanı konuşurlar. Ancak bütün bunlar kalbin keşifleriyle terennüm edilir. Mevlana aşkla yanar, Yunus aşkla konuşur. Aşk, hakikat evi olan kalpten terennüm eden bir eylemdir. Hikmet yolunda hakikate varmanın önemli bir yoludur.

Arif, bilgiyle salt nesnel bir ilişki kurmaz. Daha çok onu öznelleştirerek, ona kendi varlığını katarak, onu varoluşsal olarak ele alır.  Bundan dolayı hakikat arayışında bir düalizmi ve bir şeyleştirme sorununu yaşamaz. Özne, burada varlığı kendi içinde dönüştürerek, kalbinde ve ruhunda anlamlandırarak keşfeder. Aslında keşfederken kendisini de dönüştürür. Hazret-i Mevlana’nın “hamdım, yandım, piştim” sözü bunu anlatır. Hamlık, başlangıçtır. Bilgiyi ve hakikati bulmanın başlangıcı. Yola çıkmanın ilk noktası. Yanmak, düşünce, tefekkür ve müşahedeler seyahatidir. Özne, hakikati ararken kendisi de hakikate yaklaşır. Bilgi ile özne arasında mesafe kalkar. Özne ve nesne ayrımı söz konusu değildir. Pişmek, olmaktır. Olgunlaşma ve tamamlanmaktır. Özne, hakikat yolunda tamamlanır ve bu tamamlanma ile saf kalp oluşur. Saf kalp de keşiflere yelken açar. Nitekim hikmet arayan ariflerin de kalp topluluğu (ashab-ı kulûb) diye anılması bu açıdan dikkat çekicidir.

İLİM MARİFETE ENGELDİR

Hikmet perspektifiyle varlığı keşfederek anlatan arifler, yer yer felsefeyi ve filozofları da eleştirirler. Gazali, Mevlana, İbn Arabi ve Said-i Nursi’nin metinlerinde bu eleştirileri sık sık görürüz.  Bu eleştirileri felsefenin düşmanı metinler olarak yorumlamak doğru değildir. Onlar hikmet yolunda yürüyerek varlığı anlamaya ve anlatmaya çalışıyorlar. Böyle olunca da felsefi bilgi onlar için oldukça ikincil bir konuma geçiyor ve hatta zaman zaman hikmetin önünde bir engele dönüşüyor. Nitekim Gazali, “ilim marifete engeldir” diyor. Nesnel bilginin kasıntısı, nicel çokluğu ve hatta bazen sert kabulleri ile beraber kalbin keşiflerle irfana varması önünde önemli bir blokaj oluşturur. Bu durumda bilim aydınlığa değil, cehalete hizmet eder. Özellikle modern zamanda büyük cehalet, çoğunlukla hikmetin üstünü örten bilginin çokluğundan doğmaktadır. Bilginin cehalete dönüşümü ile beraber artık o aydınlatma (nurlandırma) rolünü kaybeder. Bunun yerine cehaleti uyaran, cesaretlendiren ve insanları karanlığa boğan bir işleve bürünür.

NİÇİN ARİFLERİMİZ YOKTUR?

Müslüman toplumların tarihi ve sosyolojik gerçekliği felsefeden öte hikmetin varlığına dayanıyor. Bu toplumda hikmet ekolü her zaman entelektüel bilgi üretimi ve toplumsal aydınlatmada önde yer aldı. Varlığı şiirle, kalple, ruhla, aşkla anlattı. Bu bir akıl altı veya gerici toplum düşünme yolu değildir. Tam tersine bu yöntem kadim zamanlarda da en büyük birikime sahip olan bir yaklaşımdır. İnsan, toplum ve doğa varlığına da şifa olan bu ekol ve yöntem olmuştur. Artık “niçin filozoflarımız yoktur” sorusu yerine, “niçin ariflerimiz yoktur” sorusunu sormalıyız.

Kaynak: Ergün Yıldırım, Altınoluk Dergisi, Sayı: 436