Annesiz-Babasız Büyüyen Çocukların Hazin Hikayesi

ÇOCUĞUMUZ

Anne-baba kaybının çocuk üzerindeki etkileri nelerdir? Anne-babasından ayrı, sevgisiz büyüyen çocukların hazin hikayesi.

Kırgızistan’ı dünyaya tanıtan Cengiz Aytmatov “Ak Gemi” adlı romanına “onun iki masalı vardı. Biri kendisinindi ve başka kimse bilmezdi. Ötekini ise dedesi anlatmıştı ona. Sonra ikisi de yok olup gitti” sözleriyle başlar. Romanın kahramanı çocuğun kitapta ismi yoktur. O, romanın başından sonuna kadar “çocuk” olarak anılır.

ANNESİZ-BABASIZ BÜYÜYEN ÇOCUKLAR

Kırgızistan’ın %65 i dağlarla kaplıdır. Roman, Issık Göl’ün etrafındaki dağlarda yaşanan bir hadiseyi ele alır. Çocuk, hep dağda yaşamış ve dağda büyümüştür. Babası tarafından terk edilince, annesi çocuğunun bakımını dede ve ninesine bırakarak şehre çalışmaya gitmiş ve aile kurmuştur. Nine vefat edince kısa zaman sonra sürekli azar işittiği üvey anneanne ile yaşamak zorunda kalan, sadece dededen sevgi gören bir çocuğun hayat hikâyesidir, okuduğumuz.

Orta Asya’da gençlerle muhatap olduğum ve hikâyelerini dinlediğim için romandaki isimsiz çocuk, birçok kişinin ortak hayat hikayesi gibi geldi bana. Romanı okurken bazen bu çocuk Begayım, bazen Aydana, bazen Aynazik suretine girerek gözümde canlandı. Yazar her bir anne babasız büyüyen gencin çocukluğunu ele almıştı.

Orta Asya’da aileler parçalanmış durumda veya eşler çalışmak için çocuklarını anne babasına, akrabasına bırakıp yurt dışına gitmek zorunda. Geride kalanlar ise Beyaz Gemi romanının isimsiz kahramanı çocuk gibi hep yol gözlemekte, anne babalarıyla hayal âlemlerinde yaşamakta. Sonrası ise hazin bir öykü.

Türkiye’de, traktör parası kazanmak için ailelerin arkada bırakılarak çıkıldığı bir ömür sürecek olan gurbet yolculuğu gibi Orta Asya’da da aynı niyetle çıkılan yolculuk çocukların hazin travmalarıyla sonuçlanmakta.

ANNELERİN PİŞMANLIĞI

Eşinden ayrılıp, yıllarca pazarda çalışmış, maddi olarak daha iyi bir noktaya gelmek için üç çocuğunun doğru dürüst yüzünü görmemiş Kırgız Anarhan Ece (abla) 18 yaşına gelen oğlunun bir gün “beni sen mi büyüttün de şimdi karışıyorsun” demesi üzerine “keşke zenginlik peşinde koşmadan soğan, ekmek yeseydim de evlatlarımın başında oturup terbiyesini verseydim” diyerek pişmanlığını dile getiriyordu. Yıllar sonra bu abla, kazandıkça kaybettiğini anlamıştı ama ne fayda!

Yine aynı durumda olan bir anne, ileriki yaşlarında refah içinde yaşamak için çocuklarını akrabalarına bırakıp yurt dışında çalışmış, yaşlanınca “keşke yurdumda olsaydım, çocuklarımla yaşasaydım, onları ben büyütseydim” diye hayıflanmıştı.

Aileler tarafından pişmanlıkla sonuçlanan bu durum çocuklar tarafından ileriki yaşlarda hüznün ve yalnızlığın biriktirdiği nefret olarak sonuçlanıyor. Her yalnız büyümüş çocuk, anne ve babasına nefret dolu ya da hayata küskün oluyor.

Haluk Bilginer: “çocukluğunda sevgi görmemiş bir çocuğa büyüdüğünde ne kadar sevgi gösterilse de açığı hiçbir şey kapatamaz” der.

Anne babadan uzakta büyüyen çocuk kendi yolunu kendi çizer. Bunun için genelde başkente gitmek zorunda kalır. Büyük şehirlerin tuzağı da büyüktür. Kapana bir yakalanan bir daha zor çıkar. Yolu, Kur’an Kursu gibi vahalarla kesişenler de olmuyor değil. Bunların sayısı bir elin parmaklarını geçmez.

Babası terk etmiş, dede ninesinin elinde büyümüş Kazak bir genç kızın yolu Çimkent Kur’an Kursuna düşmüştü. Orada geçirdiği 4 yıl ilaç gibi gelse de genelde hüzünlüydü, babasına nefret duyar bir taraftan da onu merak edip bulmak isterdi. Gülüşünün altında hüzün saklıydı.

Babası terk edince, annesi üç çocukla ortada kaldığı için dayanamayıp intihar eden kız çocuğunun bakımını ninesi üstlenmişti. Nine de vefat edince yengesinin bakımına geçen Kırgız genç kızın durumu da farklı değildi. Şükür ki yolu Kur’an Kursuna düşmüş orada okuyup, sonrasında hoca hanım olarak hizmet nasip olmuştu.  Genelde içine kapalı olan genç kız, duygularını şöyle dile getiriyordu:

“Hayatta bir amacım, tutunacak bir yerim yoktu. Tamamen boşluktaydım. Hayatımı devam ettirmek bir anlam taşımıyordu. Yengemin bakımına geçtikten sonra hayal âleminde yaşar olmuştum. İçimde kendimle konuşur, kendimle güler, kendimle ağlardım. Kimseyle konuşamaz hale gelmiştim. 11 yaşımda bu halime acıyan teyzem ve eniştem dayanamayıp beni yanlarına aldılar. Eniştem yıllarca benim konuşabilmem, kendimi ifade edebilmem için çok uğraş verdi. Başarılı olamayacağını anlayınca yaşıtlarımın okuduğu bir okula vermeye karar verdi. 2016 yılı hayatımın değiştiği bir yıl oldu. Bişkek Kız Kuran Kursunu duymuştum. Bilgi almak için içeri girdiğimde, rengârenk güllerle kaplı kursu görünce büyülenmiştim. O kapı merhamet ve huzur kapısıydı. O an kursa ve bahçesine bakıp donmuştum, cennette gibiydim. O an “tamam” dedim “benim mekânım burası”, daha binaya girmeden burada okumaya karar verdim. Bu vaha kendimi bulmama yardımcı oldu.”

Kuran kursu ve gül bahçesi…

Mekânlar, insana sessiz ve sözsüz tesir eder.

Mekânların enerjisi vardır. İstanbul, Bağdat, Medine gibi şehirler şairleri konuşturmuştur. Tıpkı Yahya Kemal Beyatlı’nın “sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul!” demesi gibi.

Her bir Kur’an Kursunu gül bahçesinin tam ortasına kurmak gerekir. İçerde anlatılan Medine’nin gülüyle bahçedeki mevsimlik güllerin güzelliği ta ki göze ve gönle ulaşsın…

Kaynak: Hatice Şahin, Altınoluk Dergisi, Sayı: 443