Amellerin Kabul Olmamasının Sebebi

HAYATIMIZ

Bir amelin reddinin alâmeti, onu yanlış işlerin takip etmesi; bundan da kötüsüyse bir iyilikten sonra gelen kötülüğün o hayrı yok etmesidir.

Aslî cevheri itibâriyle kalb, bu âlemde “nazargâh-ı ilâhî”dir. Yâni Cenâb-ı Hakk’ın nazarlarının tecellî makâmı olmak gibi bir şerefe mazhardır. Ancak nasıl ki bir sarayın “taht”ında sultandan gayrısının oturması mümkün değilse, vücûd mülkünün sarayı hükmündeki kalbin de, Allâh’tan gayrı her şeyden, yâni nefsânî düşüncelerden, çirkin temâyüllerden ve mâsivâdan arındırılıp temizlenmesi gerekir. Aksi hâlde kalb, ilâhî lutuflara kapanır.

Fakat bu, Allâh’tan başkasına muhabbet beslenemeyeceği mânâsına gelmez. Gerçi, nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye edip de kalb-i selîmin zirvelerine ulaşanlar, mâsivâ muhabbetinden âzâde olmuşlardır. Ancak diğer insanlar, derece derece mal, evlâd vs. muhabbetlerini kalblerinden tamâmiyle silmeye muvaffak olamazlar. Esâsen bu nevî muhabbetler, belirli bir sınırı aşmadığı müddetçe meşrûdur.

KALP TASFİYESİNİN ÖNEMİ

Kalb tasfiyesinin ehemmiyetini kavramak için kalbin maddî ve mânevî hayâttaki mevkiine bakmak kâfîdir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kalbin insandaki hayâtî ehemmiyetini şöyle ifâde buyurmuştur:

“... İnsan bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa beden bütünüyle iyi, kötü olursa tamamıyla kötü olur. Dikkat ediniz ki, o kalbdir.” (Buhârî, Îmân, 39)

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bir çuvalın dibindeki deliği kapatmadan içini doldurmaya çalışmanın beyhûde bir gayret olduğunu ifâde eder. Bunun gibi amellerin de ancak tasfiye edilmiş bir kalb ile yapıldığı takdîrde kişinin saâdetine vesîle olabileceği âşikârdır. Zîrâ ameller niyetlere bağlıdır. Niyet ise, kalbin amellerinden biridir. Bu münâsebetle niyetin tashîhi ve ihlâsla tezyîni şarttır.

Bu keyfiyet ise, ancak erbâbınca icrâ olunacak kalbî eğitim neticesinde elde edilen bir hâldir. Hak dostlarının kalb eğitiminde hedefledikleri nokta, kalbin sürekli Allâh ile beraber olma şuuruna (ihsâna) erişmesi ve böylece diri kalb vasfına kavuşmasıdır. Kalbin bu kıvâma ulaşması için mâsivâdan, yâni Allâh’ın dışındaki her şeyden arınmış olması zarûrîdir.

Bu kıvâma ulaşan kalb, ince ve derin hakîkatleri görür hâle gelir. Kalb, kesâfetten kurtulup letâfete büründüğü nisbette de ilâhî esmâ ve esrârın mâkesi olur. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın kalb yoluyla bilinmesi demek olan mârifetullâh hâsıl olur. Bu ise, ilmin irfân hâline gelmesi demektir.

TEMİZ BİR KALB

Allâh’ın huzûruna ancak selîm kalble, yâni tasfiye edilen, bütün mânevî hastalıklardan arındırılıp içi ilâhî muhabbet ile doldurulmuş tertemiz bir gönülle çıkanların kurtulacağını Cenâb-ı Hak şöyle bildirir:

“O gün ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ.” (eş-Şuarâ, 88-89)

Diğer taraftan nefsini temizleyemeyen ve Allâh’ın zikrinden uzak kalarak katılaşan kalblerin ise helâk olacağı yine Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilmiştir:  “... Nefse ve ona birtakım kâbiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran (tezkiye eden) kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyân etmiştir.” (eş-Şems, 7-10)

“...Allâh’ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (ez-Zümer, 22)

Bu âyet-i kerîmeler ışığında Ebû Saîd el-Harrâz’ın şu sözü ne kadar mânidardır:  “Kâmil insan, Allâh’ın, kalbini temizleyip nûrla doldurduğu kimsedir.”

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları