Allah'ın İnsanı Yaratmasındaki Hikmet

Peygamberler Tarihi

Allâh -celle celâlühû-, kâinatta insan idrâkini âciz bırakan bu mükemmel nizâm ve ilâhî saltanat içinde insanı hikmetsiz mi yaratmıştır? Peki Allah'ın insanı yaratmasındaki hikmet nedir? İnsan niçin yaratıldı?

Selîm bir muhakemeye sâhip olan insan düşünmez mi ki, kâinatta her şey, bir tek çekirdeğin patlamasından bahar şenliğine, doğumlardan ölümlere ve mikro âlemden makro âleme, zerrelerden kürrelere kadar lâyıkıyla kavranması imkânsız bir nizâm ve intizâm içinde kıyâmete dek sonsuz bir âhenk ile devâm edip gider. Bu âhengin hâlıkı Allâh -celle celâlühû-, kâinatta insan idrâkini âciz bırakan bu mükemmel nizâm ve ilâhî saltanat içinde insanı hikmetsiz mi yaratmıştır?

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Sizi abes olarak (boş yere) yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzûrumuza gelmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?” (el-Kıyâme, 36)

Kâinatta her zerre, Kur’ân’da her harf ve insanda her hücre, hiçbir şeyin abes yaratılmadığını, kendine mahsus bir lisân ile beyân hâlinde iken, insanın gaflete dalarak ilâhî hikmet ve hakîkatlere bîgâne kalması ne tuhaf bir şey!

Heyhât! Uyuyanların, uyuyanlardan alış-verişi ne olabilir? Ehl-i gafletin dünyâsı, çocukların gözlerini bağlayarak oynadıkları “körebe” oyunundan başka nedir?

Hakîkate âmâ kalbler, nebîlerin ve velîlerin kendilerine uzattıkları can kurtaran simitlerine, nefsânî ve behîmî arzularına ters düştüğü için îtirâz edegelmişlerdir. Akıllarının mahdut sınırları içinde ölümden uzak bir hayâl dünyâsı îmâr etmeye çalışmış ve bu hayal âleminde boş tesellîlerle avunmuşlardır.

Sineklerin teressübât üzerinde neş’elendikleri ve gıdâlandıkları gibi, zift dolu dünyâlarında sefâletlerini saâdet görmenin garipliği ile diri ölüler olarak cesedlerinin hamallığı içinde yaşarlar ve göçerler. Sırtları toprak bilmeyen nice zorbalar ve muhterisler, ölümün amansız darbesiyle yerlere serilmiş yatarlar!..

HAKİKİ HAYATIN DOĞUM NOKTASI

Dünyânın oyuncaklarından kurtulup gönül iklîmine girenler için ölüm, hakîkî hayâtın doğum noktasıdır. Ölüm, gölgeler âleminden aslî âleme bir intikaldir.

Şâyet ölümden kaçmak ve korkmak îcâb ediyorsa, akşamlar yaklaşırken korkularla titrememiz lâzımdır. Hâlbuki, gecelerin esrârına dalarken içimizden bir korku geçirmiyoruz. Çünkü, sabahın gelmesi bir hilkat kâidesidir, ilâhî bir tanzîmdir.

O hâlde, ölümün koynundan bir hakîkat sabahına kalkılmasının da tabiî görülmesi îcâb eder. Zaman şeridinden düşen her ânın bizi hakîkat sabahına yaklaştırdığını, âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder:

“Kime uzun ömür verirsek, Biz onun yaratılışını (gençliğini ve güzelliğini) bozar, beli bükük hâle getiririz. O kimseler bunu idrâk etmezler mi? (Yolculuk ne tarafa?) (Yâsîn, 68)

Ârif bir mütefekkirin ifâdesiyle; “Dünyâ, akıl sâhipleri için seyr-i bedâî (ilâhî tecellî, tanzîm ve sanatın müşâhedesiyle lezzetlenme ve duygulanma), ahmaklar için de yemek ve şehvetten ibârettir.” İnsanoğlunun, freni patlayan bir araba gibi akan ömür takvimine, ecel fırtınalarına, sonbahar hazanlarına lâkayt kalarak, bu âlemi alık ve abus bir heykel donukluğu içinde seyretmesi, fânî ihtiraslar uğruna demir kapılara yumruk vurması, koynuna gireceği toprak mâcerâsından korkup kaçması, âdî bir madde kaygısı ile hayâtını sürdürmesi, insanlık şeref ve haysiyetiyle ne derece kâbil-i te’lîftir.

Kâinat kitabının hulâsası, fâtihası ve bütün esmânın tecelliyâtı olan insanın bu nizamdaki yeri, rûhânî ve mânevî gıdalarla beslenip yaratılışın nüsha-i kübrâsı ve kâmil bir zübdesi olmak değil midir? Hayat çarşısının en asil giysisi olan kefen, bütün fânî alış-verişlerin iptal noktası değil midir?

Yaz bulutu hâlinde geçen dünyâ hayâtı, âhiret endişesi olmadan yaşanıyor ise, bu, gündüzü akşamsız telakkî etmekten başka nedir?

DÜNYA HAYATI SİZİ ALDATMASIN!

Hak Teâlâ buyurur:

“Ey insanlar! Allâh’ın va’di elbette ki haktır. Sakın dünyâ hayâtı sizi aldatmasın! Hîleci şeytan, Allâh(ın rahmeti) ile sizi kandırmasın!” (Fâtır, 5)

İnsan, kendisine ve kâinat manzûmesine ibret nazarı ile baktığı zaman, dünyâ hayâtını nasıl yaşayacağını düşünmek mecbûriyetinde kalır. Ulvî gâyeler için yaşaması îcâb eden her insanı, hayatta en çok alâkadar eden gerçek, “ölüm” hâdisesidir. O muhteşem vedâ, insan için ne büyük bir ibret tablosudur. “Ölüm”, dünyâ hayâtında sadece topraktan meydana gelen et ve kemik yapısını, yâni nefsânî yönünü geliştirip rûhânî yapısını cılızlaştıranlar için, ne hazin bir tükeniştir!

Onlar, dünyâda saâdet zannettikleri sefâletlerinin fecî yüzünü ölümden sonra gelecek olan “ba’sü ba’de’l-mevt” ile idrâk edeceklerdir. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Gökyüzü yarıldığı, yıldızlar döküldüğü, denizler birbirine katıldığı, kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman, insanoğlu (yapıp) gönderdiklerini ve (yapamayıp) geride bıraktıklarını bir bir anlar!” (el-İnfitâr, 1-5)

Mahşer halkı, dünyâda kaldığı zamanı, âhiret âleminin ebedîliğine ve sonsuzluğuna kıyaslayarak şu şekilde değerlendirirler:

“Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyâda) sadece bir akşam vakti, ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)

Bunun içindir ki, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dünyâ hayâtını târif eden bir hadîs-i şerîfinde:

“Dünyâ benim neme gerek?.. Benim hâlim dünyâda bir ağaç altında oturup gölgelenen, sonra da yerini bırakıp giden binitli bir yolcuya benzemektedir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 3; İbn-i Hanbel, I, 391) buyurmuşlardır.

Cenâb-ı Hak, gerçek idrâk sâhiplerinin hâlini şu âyet-i kerîmede ne kadar güzel beyân eder:

“Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerinde yatarken (her vakit) Allâh’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz. Bizi cehennem azâbından koru!” (Âl-i İmrân, 191)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-3, Erkam Yayınları