Allah'ın Has Kullarına Verdiği Dereceler

HAYATIMIZ

Cenâb-ı Hak indinde, mü’minler derece derecedir. İhlâs ve takvâ; muhabbet ve mârifette derinleşerek, Cenâb-ı Hakk’ın lutfuna ererek mukarreb olan kulların, yani Allah Teâlâ’ya yakınlıkta mesafe alabilenlerin, kendilerine mahsus hâlleri ve husûsiyetleri vardır.

Cenâb-ı Hak; peygamberlerin de bazılarını, diğerlerinden üstün kılmış ve derecelerce yükseltmiştir. Ashâb-ı kiram da Allah ve Rasûlü’ne yakınlıkta aynı seviyede ve derecede değildir.

Fahr-i Kâinat –sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûhânî dokusundan en fazla nasipdar olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- idi. Hazret-i Peygamber ile bazen öyle husûsî sohbetleri olurdu ki, bunlara başkaları asla muttalî olamazdı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bu müstesnâ hâli şöyle anlatıyor:

Rasûlullâh’ın huzûruna girdim. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ile ilm-i tevhîd hakkında sohbet ediyorlardı. Aralarında oturdum. Sanki Arapça bilmeyen biriymişim gibi sohbetlerinden hiçbir şey anlamadım.

“–Bu hâl neyin nesidir? Siz Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile hep böyle mi sohbet edersiniz?” diye sordum.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-;

“–Evet bazen Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile baş başa iken böyle sohbet ederiz.” dedi. (Bilgi için bkz. Ahmed bin Abdullâh et-Taberî, er-Riyâzu’n-Nadra, II, 52)

HER MAKAMIN KENDİNE MAHSUS HALLERİ VAR

Her makamın kendine mahsus hâlleri, mahremiyetleri ve îcapları vardır. Mukarrebûn seviyesinde olmadığı hâlde; onların seviyelerinin îcâbı olan sözleri ve davranışları taklide kalkışmak, çok yanlış ve tehlikelidir.

Nitekim, Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bütün mal varlığını infâk eden Hazret-i Ebûbekir’in bu tasaddukunu kabul ederken, diğer sahâbîlerden kabul etmezdi.

Çünkü;

“–Evlât ve ıyâline ne bıraktın?” suâline Hazret-i Ebûbekir Sıddîk;

“–Allah ve Rasûlü’nü bıraktım!” diyebilecek derecede teslîmiyet ve tevekküle sahipti.

Efendimiz de; onun bu kalp kıvâmını istikametle muhafaza edeceğinden, hayatın med-cezirleri karşısında muvâzeneyi kaybedip, yaptığı büyük fedâkârlıktan dolayı en ufak bir nedâmete dûçâr olmayacağından emin idi. Dolayısıyla ondan bütün malını infâk etmesini kabul ederken diğerlerinden kabul etmemesi; bu kalp kıvâmında olmayan bir kişinin, en küçük bir nedâmete düşmesinin, bütün hayrına ve niyetine leke düşürecek, kendisine zarar verecek bir hâl olduğunu da tâlim hâlinde idi.

Bir başka misal olarak;

En büyük peygamberlerden Hazret-i İbrahim; tevekkül ve teslîmiyetin zirvesini sergileyerek, ateşe atılırken;

«Hasbiyallah!: Allah bana yeter!» demiş, Cebrâil -aleyhisselâm- dâhil, hiç kimsenin yardım teklifini kabul etmemiş, yalnızca Allâh’a dayanmıştı. O -aleyhisselâm- tevhid uğruna ateşte yanmayı kabul etmişti. Ateşi yandırana, kendisinin oraya atılmasını takdir edene tam teslim olmuştu. Fakat Cenâb-ı Hak; onun kalbindeki deryâ gibi îman ve teslîmiyetin sularıyla o ateşi söndürdü, ateşe emretti:

“Ey ateş, İbrahim’e serin ve selâmet ol!” (el-Enbiyâ, 69)

Böylece, Hazret-i İbrahim’in atıldığı ateş, gül bahçesine dönüştü.

Halîlullah, yani Allâh’ın dostu olan bu büyük peygamberin hâlinden uzak ve nasipsiz olan bir kişinin; böyle bir durumda kendisi hakkında da aynı neticenin zuhûrunu beklemesi, haddini bilmemek olur.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2016 Ay: Nisan Sayı: 134