Allah’a Yakın Olanlar Kimlerdir?

KUR’ÂNIMIZ

Allah’a yakın kullar arasına girebilmek nasıl mümkün olur? Peygamber Efendimiz (sa.v.) “Allah’a yakın olanlar”ı nasıl tarif etti? İşte ilâhî huzura yaklaştıran vasıf...

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Şüphesiz insanlardan Allâh’a yakın olanlar vardır!” buyurmuştu.

Ashâb-ı kirâm:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlar kimlerdir?” diye sorunca Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Onlar Kur’ân ehli, Allah ehli ve Allâh’ın has kullarıdır!” cevabını verdi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 16)

ALLÂH’A YAKIN OLANLAR: EHL-İ KUR’ÂN

Hiç şüphesiz ki Kâinâtın Hâlıkı Allah Teâlâ’ya yakınlıktan daha büyük bir şeref ve bahtiyarlık yoktur. Bu bahtiyarlığa lâyık olabilmek, Kur’ân’a ehil olmaya bağlıdır. Yani Kur’ân’ı doğru okumayı bilmek, onun mânâ iklîmine girmek, tefekkür ve tahassüs derinliği içinde gereken ibretleri alarak onun gösterdiği istikâmette yürümekle mümkündür. Böyle bir kemâlât ile Kur’ân ehli olabilen mü’minlere, Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ lûtuf ve ihsanları vardır.

Nitekim Hak dostu Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -kuddise sirruh-, Adana’da bu vasıfta vefât etmiş bir hâfızın, 30 sene sonra yol geçme zarûreti sebebiyle nakil için kabrinin açıldığını, ancak o kimsenin cesedinin hiç bozulmamış olduğunu, üstelik kefeninin dahî pırıl pırıl durduğunu, bizzat müşâhede ettiklerini nakletmişlerdir.

Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere Cenâb-ı Hak, gerçek Kur’ân ehlinin cesedini yememesini yeryüzüne vahyetmiştir.[1]

İşte Kur’ân-ı Kerîm, ilâhî tâlimatlarına göre yaşayanların dilinde ve gönlünde bambaşka letâfet, zarâfet, incelik, güzellik ve feyizler tecellî ettirdiği gibi, kabirde, mahşerde ve mîzanda da huzur ve saâdet bahşeder.

Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- şöyle nasihat eder:

“Kur’ân’ı çok okumalı ve mânâsını düşünmelisin. Okurken Allâh’ın sevdiği kullarını vasıflandırdığı güzel sıfatlara dikkat et ve onlarla vasıflan! Kur’ân’da zemmettiği, Allâh’ın gazabına uğrayanların vasıflandığı o mezmum sıfat ve huyları da gör ve onlardan kaçın! Çünkü Allah, kitabında bunları ancak amel etmen ve gereğini yapman için indirip zikretmiştir. Bu sebeple, Kur’ân okunduğunda, muhtevâsını iyi anlaman için Kur’ân ile ol!”

Yani Kur’ân’dan gereken feyz ve rûhâniyeti tahsil için, onu okurken kalbin gâfil olmaması gerekir. Kur’ân, asıl kalple okunur. Gözün vazifesi, kalbe bir nevî gözlük olabilmektir. Avâm-havâs bütün mü’minler aynı rahle önünde diz çöküp Kur’ân okurlar, fakat herkes kendi kalbî durumuna göre ondan bir nasîb alır.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm hususunda gaflete düşenlerle, onun feyzinden güzelce istifâde edenleri şöyle beyan buyurur:

“Sonra Kitâb’ı, kullarımız arasından seçtiğimiz kimselere verdik. İnsanlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazîlet budur.” (Fâtır, 32)

Yani insanların kimisi Kur’ân okuduğu hâlde, okuduğu boğazından aşağı inmez, kalbinde akis bulmaz ve amellerine yansımaz. Böylece nefsine zulmeder, en büyük nîmeti ziyân eder. Kimisi orta yoldadır, kâh amel eder, kâh ihmâl eder. Kimisi de Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyetiyle hayırlarda mesafe kat eder.

Kur’ân-ı Kerîm’den lâyıkıyla feyiz-yâb olabilmek için, bedenî temizlik kadar kalbî temizliğe de riâyet edilmelidir. Aksi hâlde kalbî hastalıklar, insanın Kur’ân-ı Kerîm’le doğru bir şekilde buluşmasına mânî olur. Bu sebepledir ki Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-:

“Eğer gönüller mânevî kirlerden (nefsânî musîbetlerden ve kalbî marazlardan) temiz olsaydı, Kur’ân’ın zevkine aslâ doyamazdı.” buyurmuştur.

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri de şöyle der:

“Kur’ân’ın mânâsını, ancak hevâ ve hevesini ateşe verip kül etmiş, böylece Kur’ân’ın önünde eriyip kurban olmuş ve rûhu Kur’ân kesilmiş kimseler anlar.”

Yani Kur’ân-ı Kerîm, kesâfetten arınmış ve nûrâniyete bürünmüş bir gönle sırlarını beyan eder. Bu yüzden, takvâ ölçüleriyle kalbi zarifleştirip Kur’ân’a o hissiyatla yönelmek gerekir. Zira Cenâb-ı Hak:

“…Allah’tan korkun (takvâ üzere olun!) Allah (size bilmediğinizi) öğretir!..” (el-Bakara, 282) buyurmuştur.

Unutmamak gerekir ki, Kur’ân-ı Kerîm, bir fânînin eseri değil, Kâinâtın Hâlıkı’nın kullarını dünya ve âhiret saâdetine erdirmek için lûtfettiği hidâyet rehberidir. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm’den lâyıkıyla istifâde için Mushaf-ı Şerîf’in kapağı, hürmet, tâzim ve edep duygularıyla açılmalı, onu insanlara Rahmân olan Cenâb-ı Hakk’ın öğrettiği şuuruyla ve yeni nâzil oluyormuşçasına bir şevk ve iştiyakla okunmalıdır.

Dipnot:

[1] Bkz. Deylemî, I, 284/1112; Ali el-Müttakî, I, 555/2488.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 2, Erkam Yayınları