Aklını Kullanma Sanatı

TEFEKKÜR

Hazreti Mevlânâ Mesnevî'de “Ey Hakk yolcusu! Sen; aklı, zekayı sat da hayranlığı satın al! Çünkü zeki olmak, akıllı olmak; bir fikir yürütmekten, bir zanna kapılmaktan ibârettir! Hâlbuki hayranlık; Hakk’ın güzelliğini, kudretini, san’atını görmek, şaşırıp kalmaktır!” sözleriyle aklımızı nasıl kullanmamız gerektiğini söylüyor.

Mesnevi'de şöyle ifade ediliyor:

“İlahî aşk, seçkin müminler için bir gemi gibidir. Bu gemiye binenler; âfete, felâkete pek uğramazlar; çoğu zaman da kurtuluşa ererler.” 

“Ey Hakk yolcusu! Sen; aklı, zekayı sat da hayranlığı satın al! Çünkü zeki olmak, akıllı olmak; bir fikir yürütmekten, bir zanna kapılmaktan ibârettir! Hâlbuki hayranlık; Hakk’ın güzelliğini, kudretini, san’atını görmek, şaşırıp kalmaktır!”

“Aklı, Hazret-i Mustafa huzûrunda kurban et ve «Allâh’ım bana yeter!» de!” (c.4, 1406-1408)

“Akıl ve zekâ, sana kibir ve gurur verir.” (c.4, 1421)

“Aklı, dostun aşkında kurban et! Çünkü bütün akıllar, dostun bulunduğu taraftadır! Çünkü rûhların da, akılların da çıkış yeri Hakk’tır! Bu sebeple aklı, Hakk’ın aşkında kurban et!”

“Akıllı olanlar, akıllarını dostun bulunduğu yere, ötelere göndermişlerdir! Bu dünyada kalan akıl ise, sevgiden haberi olmayan, sevmeyen, sevilmeyen, ahmak olan akıldır!” (c.4, 1424-1425)

AKLIN DOĞRU KULLANILMASI

Yukarıdaki beyitlerin izahında da bahsettiğimiz gibi aklın doğru kullanılması, onun ilâhî emirlerin “hikmet” ve “maslahat”a uygunluğunu, yani Kitap ve Sünnetin muhtevâsı içinde hikmetini kavramaya tahsîs edilmesiyle mümkün olur. Bu yapılmayarak, aklı hudutsuz bir kuvvete sahip zannetmek, karıncayı at zannetmek gibi bir hamâkattir.

Mevlânâ hazretleri, “Aklı, Hazret-i Mustafa huzûrunda kurban et!” derken onun vâsıtasıyla vâkî olan ilâhî emirlere teslimiyetin ehemmiyetini ifade etmektedir. Akıl, bu sûretle -adeta azgın bir at gibi- “vahy”in dizginiyle dizginlenmedikçe sahibini hadsiz hudutsuz iddialara ve bunların neticesi olan felaketlere sürükler.

İnsan, aklını, Allâh’ın kâinâttaki ilâhî sanatını ve kudret akışlarını farketmeye medâr olan “hayret” ve “hayranlık” duygusu yolunda kullanırsa, hem “imân-ı kâmil” sahibi olur ve hem de bu hayret ve hayranlık sebebiyle aklının kifâyetsizliğini daha berrak bir sûrette müşâhede eder.

Lâkin, bu hayranlıkta mutlak bir istiğrak hâline gelenler, beşerî hayat için zarûrî olan “temkin”i ellerinden kaçırdıkları için meczûb olurlar. Bu ise, hayret ve hayranlığın muazzam füyûzât ve bereketine rağmen merduttur. Çünkü beşerî hayatın normal îcabları için bir zaaf sebebi teşkil eder. Bundan dolayıdır ki, dinde “meczûb” (sâlik-i meczûb) olmak yerine “câzib” (meczûb-ı sâlik) olmak, şâyân-ı tercih ve matlûbdur. Câzib de hayret ve hayranlığa dalmış, “Allâh, kuluna kâfîdir” hükmüne ulaşmış ve fakat bununla beraber temkinini de muhafaza edebilmiştir. Mevlânâ’nın tervic eylediği aşk ve istiğrak, hiç şüphesiz böyle temkinle zarflandırılmış bir muhtevadaki aşk ve istiğraktır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Âb-ı Hayat Katreleri, Erkam Yayınları