Akıl, Vahyin Yardımına Muhtaç!

TEFEKKÜR

Felsefî düşünce mahsullerinin bütünüyle yanlış olduğu söylenemez. Zira filozoflar da hayat ve kâinâtı müşâhede, muhâkeme ve tefekkür edişlerindeki isabetleri ölçüsünde, bâzı doğrulara da ulaşabilmektedirler.

Meselâ modern felsefenin ve rasyonalizmin babası sayılan matematikçi ve filozof Descartes’ın (1594-1650) “varlık delili”nden hareketle yaptığı akıl yürütmelerle vardığı netice de, hakîkatin temel kaynağının vahy-i ilâhî olduğunu kabul etmenin zarûretini ifâde etmektedir. “Metafizik Düşünceler” adlı eserinde Descartes diyor ki:

DESCARTES  VE PASCAL GİBİ DÜŞÜNÜRLER SON VAPURU KAÇIRDILAR

Allah mükemmel ve noksansız, yanılmaz ve yanıltmaz bir varlıktır. Buna göre O’nun bilgisi de noksansız olup doğrudur. Allah mükemmel olduğu için yanılmaz. Yanılmadığına göre bilgisi doğru, yanıltmadığına göre bildirdiği de doğrudur. Ben kâinâtı yarattım diyorsa, yaratmıştır, bu doğrudur. Öyleyse kesin bilginin kaynağı Allâh’ın doğru bilgisidir.

Paskal da aynı görüşün te’yîdi sadedinde:

Mevcûdiyetimizin derinliklerinden gelen ve bize ölümsüz olduğumuzu bildiren bir sadâ vardır ki, bu bizde tecellî eden Allâh’ın irşad sadâsıdır.” der.

Fakat Allâh’ın varlığını kabûlün aklî bir zarûret olduğu fikrine ulaşan Descartes, Spinoza, Paskal, Kant ve emsâli filozoflar da, insan eliyle tahrif edilmiş olan bâtıl bir dînin esaslarını tanıyıp, daha önce de ifâde ettiğimiz “menfî şartlanma” sebebiyle, hak dîn İslâm’ı yeterince tanımadıkları için, bu fikirlerini tekâmül ettirememişlerdir. Nitekim bu nevî dîne saygılı filozofların iki cihan saâdetinin ilk ve temel şartı olan “tevhid inancıyla” şereflenmiş olduklarına dâir bir kayıt günümüze ulaşmamıştır. Bunlar, Necip Fâzıl’ın tâbiriyle:

Tam da İslâm’ın iskelesine yanaşmışken tek adım daha atamamak yüzünden son vapuru kaçıran” kimselere benzemektedirler.( Necip Fâzıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, sf. 51, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2012.)

İnsanı ebedî kurtuluşun eşiğine kadar getirdikten sonra, o eşikten içeriye adım attıramayan bir akıl ve felsefe ne işe yarar?..

YANLIŞI DÜZELTME MÜESSESESİ; FELSEFE

Yine Necip Fâzıl’ın şu tespiti de çok mânidardır:

Felsefe, aklın kendi hükümdarlığını gösterme için kurduğu müessese... Ve doğruyu bulmanın değil de, yanlışı düzeltmenin müessesesi... Felsefede her mektep, öbürünün yanlışını gösterirken doğruyu söyler.”( Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, sf. 14.)

Dolayısıyla dindar felsefecilerin görüşleri de, ateist ve materyalist felsefecilerin inkâr zehrine bir panzehir mâhiyetinde olup onları çürüğe çıkardıkları için bütünüyle faydasız değildirler. Nitekim menfî şartlanmalar neticesinde, âyet ve hadisten getirilen delillere akıl ve kalplerini ebediyyen kapatmış olan bâzı din aleyhtarlarının, yine felsefe içinden getirilen delillerle susturulabildikleri mâlûmdur.

Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’a mutâbık düşen felsefî tefekkür mahsullerini reddetmek gerekmediğine ve bu noktada hakla bâtılı birbirinden ayırmak îcâb ettiğine işâretle şöyle der:

...Şiddetle tokat vurduğumuz ve hücum ettiğimiz felsefe, mutlak değildir; belki muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin insanlığın ictimâî hayatına, ahlâka, kemâlât-ı insâniyeye ve sanatın terakkîlerine hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı, Kur’ân ile barışıktır. Belki Kur’ân’ın hikmetine hizmetkârdır, muâraza edemez...

İkinci kısım felsefe ise; dalâlete, ilhâda ve tabiat bataklığına düşürmeye vesîle olduğu gibi, sefâhat ve lehviyat ile gaflet ve dalâleti netice verdiğinden ve sihir gibi hârikalarıyla Kur’ân’ın mûcizekâr hakîkatleriyle çatıştığı için, yazdığımız eserler, mîzanlarla, kuvvetli ve bürhanlı muvâzenelerle, felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor. Müstakim ve menfaatdar felsefeye ise ilişmiyor...”( Asâ-yı Mûsâ, sf. 4, Osman Yalçın Matbaası, İstanbul 1958.)

Felsefenin ruhsuz, sönük hakîkatleri; Kur’ân’ın parlak, ruhlu hakîkatleriyle müsâdeme edemez.”( Sözler, sf. 351, Envar Neşriyat, İstanbul 1995)

Diğer taraftan, Ehl-i Sünnet inancına göre akıl, Allâh’ın sâdece varlığını idrâk etmekte kifâyetlidir. Bundan ötesi için, yani Allâh’ın zâtî ve sübûtî sıfatlarını kavramak, O’nun müteâl, yani her türlü noksan sıfatlardan münezzeh, bütün kemâl sıfatlarla muttasıf ve idrâk ötesi mükemmellikte yegâne ilâh olduğuna inanmak ve yine O’nun insanlığa tebliğ ettiği hakîkatleri bulmak hususunda yetersiz kabul edilir.

Nasıl ki duyu organlarımızla kavrayamadığımız bâzı şeyleri aklımızla idrâk edebiliyorsak, aklın idrâk edemediği bâzı şeyleri de ancak peygamberlerin tebliği vâsıtasıyla idrâk edebiliriz.

ALLAH'I NASIL ŞÜKREDECEĞİMİZİ NASIL ÖĞRENEBİLİRİZ?

Buna bir misal sadedinde İmâm-ı Rabbânî Hazretleri şöyle buyurur:

Nîmet verene şükretmemizin gerekli olduğunu akıl kabul eder; fakat bu şükrün nasıl îfâ edileceğini, bize ancak peygamberler öğretebilir… Allah katından öğrenilmeyen saygı ve şükür ifâdeleri, Hak katında geçerli değildir… Çoğu kere insan Allâh’ı yüceltmek maksadıyla bâzı sözler sarf eder; fakat bunlarla Allâh’ı yüceltmek şöyle dursun, gerçekte alçaltmış olur. Allâh’a nasıl şükredeceğimizi öğrenmemizin tek yolu vahiydir.” (Mektûbât, c. III, 23. Mektup)

Dolayısıyla akıl, vahyin yardımına mutlak sûrette muhtaçtır. Bu ilâhî yardım olmazsa, insanoğlunun idrâki kemâle eremez ve tezatlara sürüklenmekten, yanlış yollara sapmaktan kurtulamaz.

Dolayısıyla dîni inkâr eden ateist ve materyalist felsefeciler bir tarafa, dîne ehemmiyet veren felsefecilerin fikirlerinin de İslâmî hakîkatlerle mîzan edilerek, doğrularının yanlışlarından ayırt edilmesi gereklidir.

Bu itibarla “hak dîn”den beslenmeyen bir felsefe, insana hakîkati tanıtamaz. İzâfî ve geçici olmayan, mutlak ve ebedî inançları, ancak hak dîn ortaya koyabilir. Çünkü peygamberler, kendi hevâ ve heveslerinden konuşmaz; “Allah Teâlâ’nın tâlimatlarını” bildirirler. Feylesoflar ise; “Bana göre böyledir.” diyerek şahsî ve izâfî hükümler verirler.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, İslâm Nazarında Akıl ve Felsefe, Erkam Yayınları