Ahlak-ı Hamide Nedir?

HAYATIMIZ

İnsan, doğduğu günden vefâtına kadar, ilim, irfan ve terbiyeye muhtaçtır. Her insan, son nefesine kadar fânî hayat mektebinin bir öğrencisi mevkiindedir. Âhiret diploması verildiğinde yüzlerin gülmesi için yapılması gereken, bu hayatı Kur’ân ve Sünnet rehberliğinde yaşayabilmektir.

Cenâb-ı Hak, insanoğlunu yarattığı günden itibâren onun terbiyesi için sayısız peygamber ve kitap göndermiştir.

Aksi hâlde insan, varlıkların en zâlimi, en hodgâmı, en merhametsizi, en vahşîsi, yani en zararlısı olabilmektedir. Nitekim tarih sahneleri, insanoğlunun vahşetini sergileyen sayısız mezâlimle doludur. Bağdat’a girip de Dicle’nin sularında 400 bin masum insanı boğan Hülâgu’nun yaptığı zulmün başka bir îzahı var mıdır? Yine Suriye’de senelerdir yapılan zulme, süren vahşete ne demeli? Onun için bu âlemde eğitime en muhtaç varlık, insandır. Dünyanın kana ve vahşete bulanmaması için, vicdanların mutlakâ ve en güzel şekilde terbiye edilmesi şarttır.

İNSANIN İMTİHAN DERSHANESİ

Cenâb-ı Hak da bu âlemi, insanın eğitimi için âdeta bir dershane şeklinde tanzim etmiştir. Bilhassa tasavvuf, bu terbiye ihtiyacına cevap veren bir gönül yoludur. Bu yol, kalpleri dergâh hâline getirir. Mânevî eğitimin birinci derecede mütehassıs üstadları olan peygamberler de bizzat Cenâb-ı Hak’tan terbiye görmüşlerdir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi de pek güzel yaptı.” (SüyûtîI, 12)

Bütün mesele bu güzel terbiyeye, Hak tarafından övülen bu ahlâk-ı hamîdeye ulaşabilmek. Çünkü o zaman ibadet ibadet olur, ahlâk ahlâk olur, muâşeret muâşeret olur. Yani o zaman insan, insan olur.

YETİŞMİŞ İNSAN FETHEDİLMİŞ BELDEYE DENK

Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-; yetişmiş bir insanı, bir bel­denin fethine denk gördü. Hayber’in fethi esnâsında Habeşistan’dan dönen Câfer-i Tayyâr -radıyallahu anh-’a hitâben;

“Hangisine sevineyim? Câfer’in gelişine mi? Hayber’in fethine mi?” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 414)

Hazret-i Ömer -radıyallahu anh-, bir oda dolusu altın ve mücevher değil;

“Bir oda dolusu Ebû Ubeyde bin CerrahMuaz bin Cebel ve Huzeyfetü’l-Yemânî olsa da, ideal insana aç beldelere göndersem, cihanın hidâyete ermesinde istihdâm etsem…” di­ye temennî ediyordu… (Bkz. Buhârî, Târîhu’s-Sağîr, I, 54)

"MISIR'I ALDIK AMA SİNAN PAŞA'YI KAYBETTİK!"

Yetişmiş, ideal insanın ehemmiyetini kavrayan Yavuz Sul­tan Selim Han da, Mısır’ın fethi esnasında şehid düşen Sinan Paşa hakkında;

“Mısır’ı aldık, fakat yazık ki Sinan Paşa’yı kaybettik!” di­yerek; terazinin bir kefesine Osmanlı hazinesini dolduran bir beldeyi, diğer kefesine de yetişmiş bir insanı koymuştur.

Velhâsıl müslümanın en mühim vazifesi, Efendimiz –sallallahu aleyhi ve sellem-’in müstesnâ sünnetinden elde edilen yüksek şahsiyetin temsil, tebliğ ve tevziidir. Bu da ancak “takvâ” üzere yaşamakla olur.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genç Dergisi, 118. Sayı, Temmuz 2016