Uhud Savaşı’nda Şehit Olan Sahabiler

Nübüvveti

Uhud Savaşı’nda kimler şehit düştü? Uhud Savaşı’nda kaç Müslüman şehit oldu? İşte Uhud şehitleri...

Uhud Savaşı’nda Peygamber Efendimiz’in amcası Hazret-i Hamza ile birlikte 70 sahabi şehit düştü.

Müşrikler Uhud’u tamâmen terk ettikten sonra Allâh Resûlü, harp sâhasına inerek şehîdleri defnettiler. Tam yetmiş şehîd verilmişti. Bunların arasında Hazret-i Hamza gibi cengâverler ve Mus’ab bin Umeyr gibi yiğitler de vardı.

Müslümanların sancaktarlığını yapan Mus’ab bin Umeyr, Resûlullâh’ı mü­dâfaa ederken şehîd olmuştu. Bunun üzerine bir melek Mus’ab’ın sûretine gi­rerek sancağı almış, Peygamber Efendimiz de henüz onun şehâdetinden haber­dâr olmadığı için sancaktâra hitâben:

“–İleri git yâ Mus’ab!” buyurmuştu.

Bunun üzerine melek, dönüp Allâh Resûlü’ne bakmış, böylece onun bir melek oldu­ğunu fark eden Efendimiz, Mus’ab’ın şehîd ol­duğunu anlamıştı. Daha sonra Mus’ab’ın mübârek nâşı bulunmuş, ancak onu saracak bir kefen bulunamamıştı. (İbn-i Sa’d, III, 121-122)

Mübârek şehîdin üzerindeki elbiseyle baş tarafı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Ashâb, ne yapacaklarını sormak üzere Allâh Rasûlü’ne mürâcaat etti. Resûlullâh, şehîdin baş kısmının elbise ile kapatılmasını, ayaklarının da güzel kokulu otlarla örtülmesini emir buyurdu.

Hâlbuki Mus’ab, Mekke’nin en asil ve varlıklı âilelerinden birinin çocuğu idi. Bütün Mekke gençleri ona yaşantısına özeniyorlardı. Hattâ genç kızlar onun geçtiği yollar üzerine gül serperlerdi. O ise müşrik âilesinin bütün zorlamalarına rağmen, onların dünyevî imkân ve nîmetlerini hattâ mîrâsını bir tarafa iterek Allâh Resûlü’nün yanında olmayı tercih etti. Resûlullâh’a o kadar büyük bir muhabbetle hayran oldu ve bağlandı ki, şehîd olurken bu fedâkârlığı karşısında bir melek onun sûretine girdi. Bu sûretle, Mus’ab’ın katlandığı fedâkârlıklara ne güzel bir ilâhî lutufla mukâbele edilmiş oldu.

Bu hazîn manzara gönüllerde o kadar derin izler bırakmıştı ki, yıllar sonra Müslümanların güçlenip izzet kazandığı bir dönemde, ağniyâ-i şâkirînden olan Abdurrahmân bin Avf’ın önüne, oruçlu olduğu bir gün oğlu tarafından birkaç çeşit yemek konulmuştu. O ise bundan müteessir olmuş ve:

“–Mus’ab, Uhud Savaşı’nda şehîd edildi. O, benden daha fazîletli idi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka bir şeyi yoktu. Onunla da başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Sonra dünyâlık olarak bize her şey lutfedildi. Doğrusu hayırlarımızın karşılığının dünyâda verilmiş olmasından korkuyorum.” demişti. Daha sonra Abdurrahmân ağlamaya başladı ve yemeği bırakıp sofradan kalktı. (Buhârî, Cenâiz, 27)

UHUD ŞEHİTLERİ

Uhud şehîdleri içinde Hazret-i Peygamber’in ve bütün mü’minlerin gönlünü en çok hüzne gark eden ise, İslâm ordusunun eşsiz kahramânı, Allâh’ın Arslanı Hazret-i Hamza oldu.

Hazret-i Safiyye, kardeşi Hazret-i Hamza’yı görmek üzere şehîdlerin bulunduğu tarafa yöneldi. Oğlu Zübeyr kendisini karşılayarak:

“–Rasûlullâh geri dönmeni emrediyor.” dedi. O da:

“–Niçin? Kardeşimi görmeyeyim mi? Ben onun kesilip doğrandığını zâten haber aldım. O, Allâh için bu musîbete uğradı. Zâten bizi de bundan başkası tesellî edemezdi. İnşâallâh sabredip ecrini Allâh’tan bekleyeceğim.” dedi.

Zübeyr, gidip annesinin söylediklerini Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e bildirdi. Âlemlere Rahmet Efendimiz:

“–Öyleyse bırak görsün!” buyurdu. Safiyye de kardeşi Hazret-i Hamza’nın mübârek nâşının yanına gelerek duâ etti. (İbn-i Hişâm, III, 48; İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 349)

Uhud’da yaşanan kâbına varılmaz bir din kardeşliği manzarasını Zübeyr bin Avvâm şöyle anlatır:

“Annem Safiyye yanında getirdiği iki hırkayı çıkarıp:

«–Bunları kardeşim Hamza’ya kefen yapasınız diye getirdim.» dedi. Onları alıp Hamza’nın yanına gittik. Yanında Ensâr’dan bir kefensiz şehîd daha vardı. İki hırkayı da Hamza’ya sarıp Ensârî’yi kefensiz bırakmaktan utandık:

«–Hırkanın birisi Hamza’ya, öbürü de Ensârî’ye kefen olsun!» dedik. Hırkalardan biri büyük diğeri küçük olduğu için aralarında kur’a çektik.” (Ahmed, I, 165)

Bu duygulu manzaranın da ifâde ettiği gibi, mü’min gönüllerde artık akrabâlık asabiyeti, yerini îman kardeşliğine terk ediyordu. Kıyâmete kadar gelecek bütün mü’minlere, din kardeşliğini yaşamanın heyecânı sergileniyordu.

Şehîdlerin namazlarının kılınması için Hazret-i Hamza başta olmak üzere on şehîd getiriliyor, namazdan sonra dokuzu defnediliyordu. Hazret-i Hamza’nın yanına dokuz şehîd daha getiriliyor, tekrar cenâze namazı kılınıyordu. Böylece Resûlullâh, amcası, ciğerpâresi ve şehîdlerin efendisi olan bu mübârek şehîdin cenâze namazını defâlarca kılmıştır.[1]

Câbir’den rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber Uhud Gazvesi’nde şehîd düşenleri her mezara iki kişi konacak şekilde bir araya getirtmiş:

“–Bunların hangisi daha çok Kur’ân bilirdi (Kur’ân’ı yaşardı)?” diye sormuş ve şehîdlerden hangisi gösterilirse, onu kıble tarafına koymuştur. (Buhârî, Cenâiz, 73, 75)

Hazret-i Âişe, Uhud’da olup bitenler hakkında bir haber alabilmek için kadınlar arasında yola çıkmıştı. Harre mevkiinde, sâliha kadın Hind bint-i Amr’a rastladı. Hind, kocası Amr bin Cemuh, oğlu Hallâd ve kardeşi Abdullâh’ın cesetlerini bir deveye yüklemiş getiriyordu. Hazret-i Âişe ona:

“–Geride ne haber var?” diye sordu. Hind:

“–Hayırdır. Rasûlullâh iyidir. O sağ olduktan sonra her musîbet hafif kalır.” dedi.

Hazret-i Âişe devenin üzerindeki cesetleri göstererek:

“–Bunlar kim?” diye sordu. Sâliha hanım Hind:

“–Kardeşim Abdullâh, oğlum Hallâd ve kocam Amr’dır.” dedi. Hazret-i Âişe :

“–Onları nereye götürüyorsun?” diye sordu. Hind:

“–Medîne’ye götürüyorum. Oraya defnedeceğim.” dedi. Yürümesi için biraz zorlayınca deve çöktü. Hazret-i Âişe:

“–Deve, yükünün ağırlığından dolayı mı çöküyor?” diye sordu. Hind:

“–Neden çöktüğünü bilmiyorum. Hâlbuki sâir vakitlerde iki devenin yükünü taşırdı. Fakat şimdi onda farklı bir hâl olduğunu görüyorum.” dedi.

Zorlayınca deve kalktı, ancak Medîne’ye yöneltilince yine çöktü. Yönü Uhud’a çevrildiğinde ise koşmaya başladı. Hind, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yanına varıp durumu anlattı. Nebiyy-i zî-şân Efendimiz ona:

“–Deve vazîfelidir. Amr’ın herhangi bir vasiyeti var mıydı?” diye sordu. Hind:

“–Amr, Uhud’a gideceği zaman kıbleye dönmüş ve: «Allâh’ım! Bana şehîdlik nasîb et! Beni me’yûs ve mahrûm bir hâlde ev halkıma döndürme!» diye duâ etmişti.” dedi.

Bunun üzerine Resûlullâh şunları söyledi:

İşte bunun içindir ki deve yürümüyor.

Ey Ensâr topluluğu! Sizden her kim Allâh’a yemin etmişse ona sâdık kalsın.

Ey Hind! Kocan Amr, sâdıklardandır. O şehîd edildiği andan itibâren melekler kanatlarıyla üzerine gölgelik yaptılar ve nereye defnedilecek diye bakıp durdular. Ey Hind! Kocan Amr, oğlun Hallâd ve kardeşin Abdullâh cennette bir araya gelecek ve arkadaş olacaklardır.”

Bu müjde üzerine Hind, sâdıklardan olan kocası ile ebedî hayatta da berâber olmayı arzulayarak:

“–Yâ Resûlallâh! Ne olur Allâh’a duâ et, beni de onlarla bir araya getirsin.” diye yalvardı. (Vâkıdî, I, 264-265; İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, III, 216; İbn-i Abdilber, III, 1168)

“O’NA BİR ŞEY OLDU MU?”

Diğer bir ibretli manzara da şöyledir:

Uhud günü Medîne acı bir haberle çalkalandı. “Muhammed öldürüldü!” denilince şehirde çığlıklar koptu, feryâdlar Arş’a yükseldi. Hattâ Ensâr’dan Sümeyrâ Hâtun’a, iki oğlu, babası, kocası ve kardeşinin şehîd olduğu haber verildiği hâlde, o hiç aldırmadan hemen Allâh Rasûlü’nün durumunu sordu:

“–O’na bir şey oldu mu?” dedi. Sahâbe-i kirâm cevâben:

“–İyidir, Allâh’a hamd olsun, O, senin arzu ettiğin gibi hayattadır!” dediler. Sümeyrâ Hatun:

“–O’nu bana gösteriniz ki kalbim mutmain olsun.” dedi. Gösterdiklerinde hemen gidip elbisesinin ucundan tuttu ve:

“–Anam babam Sana fedâ olsun Yâ Resûlallâh! Sen sağ olduktan sonra artık hiçbir şeye endişelenmem!” dedi. (Vâkıdî, I, 292; Heysemî, VI, 115)

Beşir bin Akrabe der ki:

“Babam Akrabe, Uhud günü şehîd olunca ağlayarak Hazret-i Peygamber’e gittim. Bana:

«−Ey sevgilicik! Sen ne diye ağlıyorsun? Sus ağlama! Senin baban ben olsam, annen de Âişe olsa, râzı olmaz mısın?» buyurdu. Ben de:

«−Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Resûlallâh, tabiî ki râzı olurum!» dedim. Bunun üzerine Efendimiz, eliyle başımı okşadı. (Şu anda) saçlarım ağardığı hâlde, Rasûlullâh’ın mübârek elinin değdiği yerler hâlâ siyah kalmıştır.” (Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, II, 78; Ali el-Muttakî, XIII, 298/36862)

İlâhî vuslat heyecânının sergilendiği diğer bir manzarayı da Câbir şöyle anlatır:

“Uhud Harbi’nden önceki gece babam beni yanına çağırdı ve:

«–Nebî’nin sahâbîlerinden ilk şehîd edilecek kişinin ben olacağımı sanıyorum. Resûlullâh hâriç, benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin. Borçlarım var, onları öde. Kardeşlerine dâimâ iyi muâmelede bulun!» dedi.

Sabahleyin babam ilk şehîd düşen kişi oldu. Bir başka şehîd ile birlikte onu bir kabre defnettim. Sonra onu müstakil bir yere defnetmek istedim. Altı ay sonra onu kabirden çıkardım. Bir de ne göreyim: Kulağı(nın bir kısmı) hâriç, bütün vücûdu kendisini kabre koyduğum günkü gibiydi! Onu yalnız başına bir mezara defnettim.” (Buhârî, Cenâiz, 78)

Uhud şehîdleri zikredildiğinde Varlık Nûru Efendimiz, o mübârek şehîdlerin fazîletini beyan sadedinde:

“Vallâhi ashâbımla birlikte ben de şehîd olup Uhud Dağı’nın dibinde gecelemeyi ne kadar isterdim!” buyurmuştur. (Ahmed, III, 375)

Yine Resûlullâh birgün Uhud şehîdlerine uğradı ve:

“–Onların (îman ve sadâkatlerine) şehâdet ederim” dedi. Hazret-i Ebûbekir:

“–Ey Allâh’ın Resûlü, biz onların kardeşleri değil miyiz? Onlar nasıl müslüman oldularsa biz de müslüman olduk, onların cihâd ettiği gibi biz de cihâd ettik!” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz şu cevâbı verdi:

“–Evet (söylediğiniz hususlar doğru), ancak benden sonra ne gibi bid’atler çıkaracağınızı bilemiyorum.”

Hazret-i Ebûbekir ağladı, ağladı ve sonra:

“–Yâni biz Sen’den sonraya mı kalacağız?” (diye mahzûn oldu). (Muvatta, Cihâd, 32)

Hazret-i Ebûbekir’in bu hâli, Sevgili Peygamberimiz’e olan eşsiz muhabbetinin derecesini ve onun, “üçüncüleri Allâh olan ikinin ikincisi” olduğunu gösteren ne güzel bir misâldir.

“DİLE BENDEN NE DİLERSEN!”

Ashâb-ı kirâm, Allâh Resûlü’nü her şeyden, hattâ canlarından bile çok severlerdi. Evde otururken akıllarına Âlemlerin Efendisi geldiğinde ev kendilerine dar gelir, hemen kalkıp yanına gider, O’nun mübârek ve aydan nurlu yüzüne bakarak ferahlar, sohbetiyle huzur bulurlardı.[2] O’nu görmedikleri zaman âdeta can kuşu ten kafesine sığmaz olurdu. Cennette O’nunla beraber olamama korkusu, onların benzini sarartır, ne yaptığını bilmez hâle getirirdi.[3] Nitekim kendisine hizmet eden Rebîa, birgün Allâh Resûlü’nün; “Dile benden ne dilersen!” buyurması üzerine, cennette O’nunla berâber olmaktan başka hiçbir şey istememişti.[4] Ashâb, vefât edecekleri esnâda Allâh’a ve Rasûlü’ne kavuşacakları için büyük bir sürûr içinde olurlardı.[5] Bu sebepledir ki onlar -İslâm nîmetinden sonra-, “Kişi sevdiği ile berâberdir.” nebevî müjdesine sevindikleri kadar hiçbir şeye sevinmemişlerdi.[6]

BU SUREYİ OKUYAN UHUD’DA BULUNMUŞ GİBİ OLUR

Âl-i İmrân Sûresi’nin altmış âyeti, Uhud Savaşı ile alâkalıdır. Misver bin Mahreme, Uhud hakkında sorduğunda Abdurrahmân bin Avf:

“Âl-i İmrân Sûresi’nin 120. âyetinden sonrasını oku; bizimle Uhud’da bulunmuş gibi olursun!” demiştir. (İbn-i Hişâm, III, 58; Vâkıdî, I, 319)

Dipnotlar:

[1] İbn-i Mâce, Cenâiz, 28. [2] Kastallânî, II, 104. [3] Kur­tu­bî, V, 271. [4] Müslim, Salât, 226; Ahmed, III, 500. [5] Ahmed, I, 8; İbn-i Mâce, Cenâiz, 4. [6] Buhârî, Edeb, 96.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları