Savaş Nasıl Kazanılır?

Allah`a İman

103. yıldönümünde Çanakkale’de destan yazan dedelerimizin kahraman torunları, 18 Mart 1915’teki ruhla bugün Suriye ve Kuzey Irak hudutları içinde bir destan yazıyorlar. Sınır ötesinde şehitlerimiz, gazilerimiz var. Suriye operasyonlarını “fetih” çerçevesinde nasıl anlamalıyız? Gerçek “fetih” nedir? İslâm’da cihâdın gerçek mâhiyeti nedir?

İslâm’da cihaddan gaye; hamâsî duygular ve kuru bir cihangirlik sevdasıyla toprağı kanla sulamak değil, gönüllerin fethidir.

İslâmî mânâda cihad, adam öldürmek değil, bir zulmü ortadan kaldırmaktır. Haksızlığı bertaraf etmektir. İnsanları hidâyete getirmektir. Gönülleri ihyâ etmektir. Bizim anladığımız mânâda cihad budur. Öbürü vahşettir, adam öldürmektir, cinâyettir.

Asr-ı saâdete baktığımız zaman; Bedir, Uhud, Hendek ve diğer gazvelerin hepsinde müşrikler saldırıyorlar İslâm’a, tıpkı bugün olduğu gibi…

Bazı kendini bilmezler, İslâm’ın adını kullanarak zaman zaman birtakım yanlış hareketler yapabiliyor ve bunu İslâm’a mâl edebiliyorlar. Hâlbuki bu, Müslümanlığın aslâ kabul edemeyeceği bir hâdisedir.

Zira İslâm, merhamet dînidir. İslâm, savaşta bile hak-hukuk gözetir, merhamet tevzî eder. Savaş da ancak zarûrî durumlarda yapılır.

OSMANLI’NIN GETİRDİĞİ ADALET

Nitekim tarih boyunca müslümanlar, her gittikleri yerde adâlet tevzî ettiler. Meselâ Lehistan’da;

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülkenin hürriyet ve istiklâle kavuşamayacağı” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmiştir. O bölge ancak müslümanların himâyesinde iken hak, hukuk, adâlet ve huzur bulabilmiştir.

Alman reformist Martin Luther:

“Yâ Rabbi! Büyük Türkler’i bir an önce başımıza getir de, Senʼin ilâhî adâletinden onlar sayesinde nasiplenelim!..” demiştir.

Ayrıca Martin Luther, halkını acımasızca sömüren kendi idârecilerini de şu sözlerle îkaz etmiştir:

“Sizin gibi gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idaresinde yaşamaktansa, Osmanlılar’ın idaresini tercih ederiz. Çünkü onlar, fakirlere sizden daha şefkatlidir.”

1789 Fransız İhtilâli’nin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan filozof La Fayette, bütün hukuk sistemlerini araştırıp İslâm hukukunun ihtişâmını görünce, Peygamber Efendimiz’i kastederek şöyle demiştir:

“Ey şanlı ve büyük insan! Sen ne kadar takdir edilsen azdır! Zira Sen, adâletin ta kendisini bulmuşsun. (Bugüne kadar hiç kimse, Sen’in tevzî ettiğin adâlet seviyesine ulaşamadı!)” (Kâmil MİRAS, Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 289)

Fatih’in îmanlı ordusu, İstanbul’u fethedince fakir hristiyanlara sadaka olarak ev verdiler.

Kaptan-ı Deryâ Barbaros Hayrettin Paşa, İspanya’da zulüm gören yahudîleri oradan gemilerle İstanbul’a taşıdı. İstanbul halkı da; “Bunlar mazlum insanlardır…” diyerek merhametle alâkadar oldular.

İşte bu, bir müslümanın vicdan ufkudur. İslâm âleminin mâşerî vicdanıdır bu…

Onun için bizim anladığımız mânâda cihad budur. Biz başka mânâda anlayamayız cihâdı.

CİHAD NEDİR?

Diğer taraftan, dînin yaşanacağı bir vatanın müdâfaası, namusun korunması, mukaddesâtın muhafazası, zulüm ve fitnenin bertarafı için gerektiğinde candan ve maldan fedakârlıkta bulunmak da cihaddır. Fakat savaş hâli olmasa da cihad rûhu devam eder.

Dolayısıyla “cihâd”ı yalnızca “silâhlı mücâdele” olarak takdim etmek, bu mefhumun muhtevâsını daraltmaktır. Bu ise, İslâm’ı bir “savaş dîni” olarak gösterip insanlığı ondan uzaklaştırmak isteyenlerin arzusudur.

Cihad”, Allâh’ın verdiği her türlü imkânı O’nun rızâsı yolunda sarf ederek İslâm’ı gönüllerde yüceltmenin adıdır.

Cihad, Allâh’ın dînini yaşamak ve yaşatmaya mâtuf bütün ferdî ve içtimâî hizmetleri ihtivâ eder. Bu mânâda;

  • Kâmil insan yetiştirmek de cihaddır.
  • Kur’ân talebeleri yetiştirmek de cihaddır.
  • İslâmî hizmetlere emek vermek, maddî-mânevî yardımcı olmak da cihaddır.
  • İslâmî neşriyâtı gerçekleştirmek, destek olmak da cihaddır.
  • Yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın şahidi olabilecek, yani İslâm’ı yaşayışıyla temsil edebilecek vasıfta insan yetiştirmek de cihaddır.

BÜYÜK CİHAD

Meselâ “tebliğ” hizmeti, “büyük bir cihad”dır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Kâfirlere aslâ boyun eğme! Ve bu (Kur’ân) ile onlara karşı bütün gücünle büyük bir cihâd et!” (el-Furkân, 52)

Âyet-i kerîmedeki bu “büyük cihad” emri, henüz mü’minlerin müşriklerle mücadele edebilecek maddî güçlerinin bulunmadığı Mekke döneminde gelmişti. Bu emr-i ilâhî, cihâdın en mühim mânâlarından birini ortaya koyuyor ki, o da, Kur’ân’ın yaşanarak tebliğ edilmesidir.

Nitekim Habeşistan, Endonezya gibi diyarlarda muharebe olmadan İslâm yayılmıştır.

Bununla birlikte, gerektiğinde serhat ordusunun hak bir gâye uğruna silahlı mücadele vermesi de elbette “cihad”dır. Suriye harekâtları da bunun bir misâlidir.

Mâlum olduğu üzere, Peygamber ocağı olan ordumuz, sînesi îman dolu Mehmetçiğimiz, aylar süren bir vatan müdâfaasında bulundu. Canını fedâ etmek pahasına fedakârca gayret etti. Şehidlerimiz, gazilerimiz oldu. Şehidlere Allah’tan rahmet, gazilere acil şifâ, yakınlarına da sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.

Tarihe baktığımız zaman görüyoruz ki, eğer bir savaşta hakikî şehidler veriliyorsa, canlar Allah yoluna adanıyorsa, ardından zaferler geliyor. Yok eğer ruhsuz kalıplar -af edersiniz- molozlar ölüyorsa, ardından yıkımlar, hezimetler geliyor, vatan toprakları vîrânelere dönüyor.

Bugün Allah için can veren şehidlerimizden güzel vasiyetler duyuyoruz. Bir şehidimiz, ağabeyine bıraktığı vasiyetinde diyor ki:

“Ağabey, olur da şehidlik nasip olursa, devletimizin vereceği tazminatla anne-babamı hacca gönder ve babamın borçlarını ödeyip sen de evlen.” diyor.

Kezâ cepheye giderken;

“‒Ailene bir şey söylemek ister misin?” diyenlere;

“‒Beni beklemesinler!” deyip şehidliğe âdeta kanatlanarak koşan yiğitler, -inşâallah- büyük zaferlerin ayak sesleridir.

Bu ifadeler;

İstanbul surlarına tırmanırken, “Bugün şehid olma sırası bize geldi.” diyen Fâtih’in şanlı askerlerindeki rûhun bugüne yansımasıdır.

Din için, vatan için, millet için canından geçen gerçek şehidlerin şehâdetnâmesidir.

Bu ruh, Bedir’den Çanakkale’ye devam eden îman heyecanının günümüzdeki bir tezâhürüdür…

O şanlı ecdâdın torunları da bugün aynı destanı tekrar yazıyorlar.

Böyle îmanlı şehidlerimiz, gazilerimiz Fahr-i Kâinât Efendimiz’in Hamd Sancağı altında muhabbetle bağrına basacağı yiğit ümmetleri olacaktır. Mehmed Âkif’in hayran hayran dile getirdiği gibi:

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,

Sana âğûşunu açmış, duruyor Peygamber...

Hamd olsun ki;

  • Semâmızda ezan sesleri hiç dinmesin diye,
  • İslâm’ın hilâlini taşıyan sancağımız inmesin diye,
  • Mâbedimizin göğsüne nâmahrem eli değmesin diye,
  • Dînimizi/îmânımızı yaşayıp yaşatacağımız vatanımıza düşman ayağı basmasın diye,
  • İslâm’ın tek ve en büyük karakolu olan Türkiyemiz’in bekāsı için, canlarıyla bedel ödeyen îmanlı Mehmetçiklerimiz var, yiğit evlâtlarımız var.

Nasıl ki Bedir’de Müslümanlar zâhiren zayıf, güçsüz ve sayıca azdı. Fakat Cenâb-ı Hak o îmanlı orduyu melekleriyle, görünmez ordularıyla te’yid eyledi. Çanakkale de bunun bir benzeriydi.

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ

Çanakkale’de düşman çemberi içinde kalan Binbaşı Lütfi Bey;

“Yetiş yâ Muhammed! Kitabın elden gidiyor.” diye haykırıyordu.

Mehmetçiğin îmânı, ihlâsı, fedakârlığı; Haçlı ordularına karşı verilen o büyük harbin seyrini değiştirdi, olmaz denilen şeyler mümkün oldu.

O yiğitler sayesinde tarihe; “Çanakkale geçilmez!” yazıldı. Çünkü göğsü îman dolu o yiğitlere Allah yardım etti, zafer ihsân eyledi.

Çanakkale Harbi’ndeki İngiliz kumandanı, tarihçi Hamilton:

“Bizi Türkler’in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!..” demişti. Yani o harpte metafizik, fiziği bertaraf etti. İmkânsızlıklar içinde bile “îmânın en büyük imkân” olduğu tescil edildi.

Winston Churchill, ülkesinde Çanakkale mağlûbiyetinden dolayı sorgulanınca;

“–Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale’de Türklerle değil, Allah ile harp ettik!.. Tabiî ki yenilecektik!..” diyerek bu ilâhî yardımı itiraf etmek mecburiyetinde kalmıştı.

İstiklâl Harbi’nde de aynı bugünkü gibi sarılmıştı her taraf. Ateş çemberi içinde kalan milletimizin zâhiren bir gücü de yoktu. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın yardımı geldi.

Kıbrıs Harekâtı’nda da benzeri manzaralar yaşandı.

15 Temmuz, o mâşerî vicdanın şahlanışı, o gâlibiyet, akılla idrâk edilebilecek bir gâlibiyet değildi. Cenâb-ı Hak yardım etti, nusret etti. Belki görmedik ama, meleklerini gönderdi sanki. Neredeyse memleket elden gidiyordu, vatan parçalanıyordu. İmdâd-ı ilâhî yetişti.

Bugün de baktığımız zaman; devlere karşı bir mücâdele var. Allâhu a‘lem, burada da bizim göremediğimiz güçlerle, aslan yürekli yiğitlerimiz/Mehmetçiğimizin îmânıyla -elhamdü lillâh- Cenâb-ı Hak zafer ihsan ediyor.

Bir mü’min aslâ bedbin (karamsar) olamaz, dâimâ nikbin (ümitvar) olur. Bu işlerin arkası zaferdir -inşâallah-. Bunda şek-şüphe yok!..

Bizim de cephe ardındakiler olarak vazifemiz, cephedekiler için duâ etmektir.

SAVAŞ NASIL KAZANILIR?

Şunu unutmayalım ki bir harp, hem “gazâ ordusu”nun hem de “duâ ordusu”nun ihlâslı gayretiyle kazanılır. Biri maddî cephe, diğeri mânevî cephe. İkisi de son derece lüzumlu.

Çünkü cephedeki yiğitler, sırtını ağzı duâlı bir millete yasladıkça, aslâ devrilmez. Moral kuvveti, düşmanınkinden kat kat üstün olur. Savaşlarda zafere tesir eden en büyük kuvvet de budur; mânevî dirâyet. Çünkü moral ve mânâ itibârıyla asla devrilmeyen ruhları, en donanımlı ordularla dahî devirmek imkânsızdır.

Onun için milletçe, bu vatanın şanlı evlâtlarına hepimiz çokça duâlar edeceğiz. Yiğitlerimizi vatanî vazifelerine duâlarla göndereceğiz. Bilhassa seherlerde, İslâm’ın ve müslümanların zaferi için niyazlarda bulunacağız.

TALUT’UN DUASI

Bilhassa Dâvud -aleyhisselâm-’ın devrinde az sayıdaki Tâlût ordusundaki îmanlı askerlerin, çok sayıdaki Câlut ordusuyla karşılaştığında yaptığı şu duâyı, bugünlerde bol bol edelim:

“Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır (yüreğimizi sabırla doldur), ayaklarımızı sağlam bastır (bize mukâvemet/direnme gücü ver ve bizimle savaşan) kâfir kavme karşı bize yardım et.” (el-Bakara, 250)

Ayrıca her sabah -inşâallah- Fetih Sûresi’ni okumaya gayret edelim.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Gençlerle 12 Soru-Cevap, Erkam Yayınları