Peygamber Efendimizin Örnek İnceliği ve Nezaketi

Şahsiyeti

Peygamber Efendimizin samimî, gösterişten uzak, Müslümanlara örnek inceliği ve nezaketi.

İslâm, Müslümanın hayatında, samimî ve gösterişten uzak bir nezâketin hâkim olmasını istemektedir. Giyimde, kuşamda, oturup kalkmada, konuşmada, yürümede, bakmada, bir şey isterken, verirken, hâsılı her türlü beşerî münâsebetlerde, hattâ duygu ve düşüncede bile incelik ve nezâket kâidelerine riâyet etmek îcâb eder. Öyle ki bir Müslüman herhangi bir şekilde ne kimseyi incitmeli, ne de kimseden incinmelidir. Şâir bu hâli, yani kimseye zarar vermeyip kendisine zarar verenleri de affedebilmenin fazîletini ne güzel ifâde eder:

Cihan bağında ey âşık budur maksûd-i ins ü cin;

Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin!

Yani Müslüman kendisine yapılan kabalıkları affetmesini bilmelidir. Affede affede Allâh’ın affına lâyık hâle gelebilmenin gayreti içinde olmalıdır. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:

“İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; affetsinler, aldırmasınlar! Allâh’ın sizi mağfiret etmesini arzulamaz mısınız? Allah çok mağfiret eden, çok merhamet edendir.” (en-Nûr, 22)

PEYGAMBERİMİZİN NEZAKET VE ZERAFETİ

Her bakımdan üsve-i hasene (en güzel örnek) olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nezâket ve zarâfette de bizlere en mükemmel bir misâldir. Hazret-i Âişe şöyle der:

“Ahlâkı Peygamber Efendimiz’den daha güzel bir başkası yoktur. O’nun nezâketine küçük bir örnek vermek gerekirse, ashâbından veya âilesinden kim onu çağırsa hemen; «Buyur!» diye ona mukâbele etmesi zikredilebilir. Sahip olduğu bu yüce ahlâk sebebiyle Allah Teâlâ:

«Muhakkak ki Sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin!» (el-Kalem, 4) âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu.” (Vâhidî, Esbâb, s. 463)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- merhametli, nâzik, ince ruhlu ve rikkat-i kalbiyye sahibi bir insandı. Kaba bir insanın defalarca:

“–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye bağırmasına karşı her defasında yumuşak bir üslûpla:

“–Buyur, isteğin nedir?” cevâbını vermişler ve ihtiyacını karşılamışlardı. (Bkz. Müslim, Nüzür, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 21/3316; Heysemî, IX, 20)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kabalık yapan bir kişiyi utandırmadan irşâd ederlerdi. Bir toplumdaki hatâlı şahsı bilseler bile onu mahcup etmemek için kendisine galat-ı ru’yet (görme hatâsı) izâfe eder ve:

“−Bana ne oluyor ki sizi böyle görüyorum?!” buyururlardı.[1]

Bâzen de hitâbı üçüncü şahsa yönlendirerek:

“İnsanlara ne oluyor da şöyle şöyle söylüyorlar?!” buyururlardı. (Ebû Dâvûd, Edeb, 5/4788)

Efendimiz’in nezâketine dâir sayısız misallerden bir diğeri de şudur:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolda yürürken, bir kişi merkebiyle geldi:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Buyurun Siz de binin!” dedi ve kendisi merkebin gerisine doğru çekildi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Hayır! Sen kendi hayvanının ön tarafına binmeye benden daha çok hak sahibisin. Ancak orasını bana ikrâm edersen o başka!” buyurdular. O sahâbî de:

“–Evet, ön tarafı size ikrâm ediyorum.” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de merkebe bindiler. (Ebû Dâvud, Cihâd, 58/2572)

İslâmî nezâketin îcaplarından biri de insanlara eziyet vermemek için âzâmî derecede hassas davranmaktır. Muâz bin Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte bir gazveye çıkmıştım. Askerler (eşyalarını rastgele yerlere koyarak) konak yerlerini daralttılar ve yolu kestiler. Bunun üzerine Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir münâdî gönderip askerler arasında şöyle nidâ ettirdiler:

«–Kim bir yeri daraltır veya bir yolu keser (veya bir mü’mine ezâ verirse) onun cihâdı[2] yoktur, yani cihâd sevabı alamaz.»” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 88/2629; Ahmed, III, 441)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanları nezâkete davet ettikleri diğer bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kim Cuma günü (mescidde ön safa geçmek için) Müslümanların boyunlarına basa basa ileri geçerse Cehennem’e uzanan bir köprü edinmiş olur.” (Ahmed, III, 437)

Peygamber Efendimiz’in kadınlara olan nezâketine dâir de şu misâli zikredebiliriz:

Bir seyahatte Enceşe adlı bir hizmetkâr, tegannîde bulunarak develeri hızlandırmıştı.[3] Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hızlanan develer üstündeki hanımların zayıf vücutları incinebilir düşüncesiyle, zarif bir teşbihte bulunarak:

“Yâ Enceşe! Dikkat et, billurlar, kristaller kırılmasın!” buyurdular. (Buhârî, Edeb, 95; Ahmed, III, 117)

Ashâb-ı kirâm da öylesine nâzik insanlardı ki Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-:

“–Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kapıları tırnaklarla çalınırdı.” demektedir. (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 1080)

Şu hâdise de ashâbın incelik ve nezâketi husûsunda güzel bir misaldir:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir evde insanlarla birlikte bulunuyordu. İçlerinde Cerîr bin Abdullah -radıyallâhu anh- da vardı. O esnâda Hazret-i Ömer bir koku duydu. Oradakilere:

“–Bu kokunun sahibi hemen kalkıp abdest alsın!” dedi. Cerîr -radıyallâhu anh-:

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Buradaki herkes abdest alsa daha iyi olmaz mı?!” dedi.

Bu ince anlayışa hayran kalan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ona:

“–Allah sana rahmet eylesin! Sen câhiliye devrinde ne güzel bir efendiydin, İslâm döneminde de ne güzel bir efendisin!” buyurdu. (Ali el-Müttakî, Kenz, no: 8608)

Muhtaçlara yardım ederken de büyük bir nezâket içinde davranmalı ve onlara teşekkür edâsı içinde bulunmalıdır. Zira onlar vâsıtasıyla rızâ-yı ilâhîye nâil olunabilmektedir. Rahmetli pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- ve amcalarım, infakta bulunurlarken büyük bir nezâket sergilerlerdi. Zekât ve sadaka konan zarfların üzerine:

“Kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” diye yazarlardı.

Yine fukarâya bir paket takdîm edecekleri zaman da bunun en güzel bir şekilde ambalajını yaparlar, gayet güzel bir şekilde ve nezâketle, incitmeden, gönül alarak takdîm ederlerdi. Alan mesrur olur, veren de huzur duyardı. Biri, Allah’tan geldiğini kabul ederek alır, diğeri de Allâh’ın verdiği bu emâneti yerine tevdî etmiş olduğu için sevinirdi.

Aynı şekilde, Osmanlı toplumunda, şehîd âilelerine kapalı kaplar içinde ve karanlıkta yemek dağıtılması, onların izzet ve haysiyetlerini koruma husûsunda kâ’bına varılmaz bir incelik ve vefâ örneğidir. Bu, gelecek nesillere de müstesnâ bir nezâket ve edep tâlimidir.

Yine muhtaçların sıkılmadan ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için ihdâs edilen “Sadaka Taşları” da emsâli görülmemiş bir nezâketin eseridir.

Üzerinde hafif bir oyuk bulunan bu taşlar, mahallenin münâsip yerlerine yerleştirilirdi. Hâli vakti yerinde olanlar; “sağ elin verdiğini sol el görmeyecek şekilde” infakta bulunabilmek için gece karanlığında sadakalarını bu taşın tepesindeki çukura bırakırlardı.

Daha sonra semtin fazîletli ve iffetli fakirleri de ihtiyaçları kadar parayı oradan alırlar, fazlasına ilişmezlerdi. Durumları düzeldiğinde ise aldıklarını kat kat fazlasıyla oraya geri bırakırlardı.

O paralar açıkta durmasına rağmen gerçekten muhtaç olanlardan başkası onları almazdı. Nitekim on yedinci asır İstanbul’unu anlatan bir Fransız seyyah, üzerinde para bulunan bir taşı, tam bir hafta boyunca gözetlediğini, ancak oradan sadaka almaya gelen kimseyi göremediğini yazmaktadır.

KONUŞMA EDEBİ

İncelik ve nezâket, bilhassa konuşma esnâsında çok büyük bir ehemmiyet arz eder. Cenâb-ı Hak, kullarının yürüyüşlerinde ve konuşmalarında bir nezâketin olmasını arzu ederek şöle buyurur:

“Yürüyüşünde mûtedil ol! (Ne çok hızlı, ne de yavaş yürü! Sükûnet ve vakarını muhâfaza et!) Sesini alçalt! (Bağırıp çağırarak konuşma!) Unutma ki, seslerin en çirkini merkep sesidir.” (Lokmân, 19)

Yine Rabb’imiz şöyle buyurur:

“…İnsanlara güzel söz söyleyiniz!..” (el-Bakara, 83)

“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler!..” (el-İsrâ, 53)

İslâm, lüzumsuz ve çirkin konuşmaları yasaklar. Çok konuşmayı uygun görmez. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Allâh’a ve âhiret gününe îman eden kişi ya hayır söylesin veya sussun!” buyurmuşlardır. (Müslim, Îmân, 77)

Allah ve Rasûlü, insanların veciz sözlerle, pırlanta ifâdelerle konuşmasını, kullanacakları her kelimeyi dikkatle seçmelerini tavsiye buyururlar.[4]

Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Muhakkak ki bir kısım sözler, sihir (gibi bir tesir gücüne sahip)tir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Nikâh, 47)

Yani bâzı sözler, kalpte büyüleyici bir tesir meydana getirir. Bu ise, lisâna hâkimiyet ve maksada en uygun kelimeleri seçebilmekle mümkündür. Bu kudretin zirvesi ise, Kur’ân-ı Kerîm’de müşâhade edilir. Kur’ân âyetleri, fesâhat ve belâğatin zirvesinde olup büyük bir mûcizedir. Bu sebeple Kur’ân’ın hikmet dolu hitaplarından istifâde etmek lâzımdır.

NEREDE, NASIL KONUŞULUR?

Kur’ân-ı Kerîm, nerede nasıl konuşmak gerektiğine, yani söz söyleme âdâbına büyük ehemmiyet verir. Şöyle ki:

قَوْلًا لَيِّنًا : Zâlimlere karşı bile yumuşak söz,

قَوْلًا مَيْسُورًا : Yoksula karşı gönül alıcı, tesellî edici söz,

قَوْلًا كَر۪يمًا : Anne-babaya karşı tatlı ve güzel söz,

قَوْلًا سَد۪يدًا : Bütün insanlara karşı doğru söz,

قَوْلًا مَعْرُوفًا : Yetimlere ve muhtaçlara güzel söz,

قَوْلًا بَل۪يغًا : Tebliğ için açık, net ve hikmetli söz söylemeyi telkin eder.

Velhâsıl İslâm, her hususta insanların ince, nâzik, anlayışlı, hürmetkâr ve efendi olmasını sağlayacak en güzel esasları getirmiştir. Bu esaslara riâyet eden Müslümanlar, iki cihanda da mes’ûd olur ve ebedî saâdete kavuşurlar. İslâm’ı kabul etmeyip insanların koyduğu kâidelere göre yaşamak isteyenlerin ise saâdeti geçici olur ve neticede ebedî bir perişanlığa sürüklenirler.

Dipnotlar:

[1] Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119; Ebû Dâ­vud, Hâ­tem 4, Edeb 14.

[2] Burada zikri geçmişken hemen şunu ifâde edelim ki İslâm’a göre cihâd, zulmü bertaraf ederek insanları huzûra kavuşturmak ve hidâyetlere vesîle olabilmek için yapılır. Yoksa kılıç, toprağı kanla sulamak, güç gösterisinde bulunmak ve mal kazanmak için kullanılmaz. Asıl fetih, kalplerin fethidir. Kılıca ve kaba kuvvete dayanan fetihler, insanlığın yüz karasıdır. Gerçek fetih, gönüllerin fethidir. Hizmetin ve aşkın fetihleridir. Yürekleri Allâh’a taşıyan fetihlerdir. Bu fetihleri de ancak insanlığın sırrına ve kalbin hakîkatlerine erenler yapabilirler.

[3] Develer, güzel ses ve tegannîye meftundurlar. Deve çobanları da, sürülerini hızlandırmak için tegannîde bulunurlar. Buna “Hidâ” veya “Hudâ” denir.

[4] el-Bakara, 104; en-Nisâ, 46; Buhârî, Edeb 100, Deavât 6.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları