Hayber’in Fethi

Nübüvveti

Hayber’in Fethi kaç yılında oldu? Hayber’in Fethi’nin nedenleri ve sonuçları nelerdir? Hain ve fesatçı Yahudilere son darbe: Hayber’in Fethi kısaca...

Hayber’in fethi, Safer-Rabîulevvel 7/Haziran-Temmuz 628’de gerçekleşti.

HAYBER’İN FETHİ KISACA

Hayber Gazvesi, 628 yılında Müslümanlar ile Yahudiler arasında meydana geldi.

Yahudiler, Hendek Savaşı’nda Mekkeli müşriklerle ittifak yapıp Müslümanların aleyhine dönmüşlerdi. Ayrıca Mekke-Medine ve Şam ticaret yolu üzerinde tehlike oluşturuyorlardı. Bu durumu göz önünde blunduran Hz. Muhammed (s.a.v.) beraberinde bulunan 1.600 kişilik ordusu ile Hayber’i kuşattı. Hazırlıksız yakalanan Yahudiler, 10 günlük kuşatmadan sonra bazı rivayetlere göre Hz. Ali’nin kahramanlığı, hatta kale kapısını tek başına söküp atması üzerine teslim oldular. Hz. Muhammed (s.a.v.), elde edilen ürünlerin yarısını vergi olarak vermeleri koşulu ile Yahudilere topraklarını iade etti.

Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan Hudeybiye Muâhedesi’ni, görü­nüşteki durumuyla İslâm cephesinin kuvvetsizliğine hamleden münâfıkların bu tavrına Hayber[1] Yahûdîleri de katılmıştı. Bir müddet sonra da, daha önce sürgün edilen Yahûdî kabîlele­rinden aralarına sığınmış olanların körüklemesiyle Hayber’de büyük bir fesat ocağı tutuştu. Yahûdîler, Gatafân kabîlesine birlikte hareket etmeleri karşılığında bir yıllık mahsullerinin yarısını vermeyi taahhüd ettiler. Onlara Gatafân kabîlesi de dâhil olunca, hep birlikte kötü niyetlerini fiile dökmek için harekete geçtiler. Medîne’ye bir ordu göndermeyi plânladılar.[2]

Yahûdîlerin bu tavrı üzerine Allâh Resûlü, ashâbından Abdullâh bin Revâha’yı barış için Hayber’e gönderdi. Ancak gelen red cevâbı karşısında, ashâbına Hayber Gazâsı’na çıkılacağını îlân ederek:

“–Bizimle ancak cihâdı isteyenler gelsin!..” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 92, 106) Çünkü harp, kaçınılmaz olmuştu. Diğer taraftan Medîne, Hayber’le Mekke arasında idi. Dolayısıyla ne zaman müşriklerle bir harp yapılsa, Hayber, Müslümanların arkasında büyük bir tehlike arz ediyordu.

Emr-i Peygamberî’yi duyan ashâb-ı kirâm, seve seve gazâ dâvetine icâbet etti. Ancak Allâh Resûlü, bir taraftan ashâbını cihâda çağı­rırken, diğer taraftan da Hudeybiye’de bulunmayanları orduya kabûl etmedi. Çünkü daha önceki harplerde aralarına ganîmet maksadıyla sızan münâfıkların en zor anlarda yaptıkları ihânetler, îmân ordusu için çok yıpratıcı olmuştu. Şimdi de aynı kimseler, zengin Yahûdî­lerin göz kamaştıran servetlerinden pay alabilmek düşüncesiyle harbe iştirâk etmek is­tiyorlardı. Bunun için Hudeybiye’de bulunanların dışındakilerden sâdır olan harbe iştirâk talebi, geri çevrildi. Zâten Cenâb-ı Hakk’ın emri de bu istikâmette idi:

“…(Ey Resûlüm! Onlara) de ki: Siz aslâ bizim peşimize düşmeyeceksiniz!...” (el-Fetih, 15)

Müslümanların Hayber’e gitmek üzere hazırlanmaları, Peygamber Efendimiz’le antlaşmalı bulunan Medîne Yahûdîlerini çok kaygılandırdı ve harekete geçirdi. Bunlar, Efendimiz’in Kaynukâ, Nadîr ve Kurayza Yahûdîlerini mağlûb ettiği gibi Hayber Yahûdîlerini de mağlûb edeceğini anladılar. O esnâda, Müslümanlarda az veya çok bir alacağı olup da onu almak için mü’minlerin yakasına yapışmayan hiçbir Yahûdî kalmadı. Aşağıdaki hâdise bu durumu açıkça ortaya koymakla birlikte, aynı zamanda Resûlullâh’ın kul hakkı mevzuunda ne kadar titiz olduğunu da göstermektedir:

Yahûdî Ebû Şahm’ın, Abdullâh bin Ebî Hadred’de beş dirhem alacağı vardı. Abdullâh, âilesi için bu yahûdîden arpa satın almıştı. Ebû Şahm yakasına sarılınca o:

“–Bana biraz mühlet ver. İnşâallâh borcumu ödeyeceğim. Çünkü Allâh Teâlâ, Peygamberi’ne Hayber ganîmetini va’detti. Ey Ebû Şahm! Biz Hicaz’ın yiyecek ve servet bakımından en zengin şehrine gidiyoruz.” dedi. Yahûdî Ebû Şahm’ın kıskançlığı ve azgınlığı daha da kabardı:

“–Sen Hayber Yahûdîlerini önceden savaştığınız Araplar gibi mi sanıyorsun? Tevrât üzerine yemin ederim ki, orada on bin savaşçı vardır.” dedi. Abdullâh:

“–Ey Allâh’ın düşmanı! Sen bizim himâyemiz altında bulunuyorsun. Vallâhi, seni Resûlullâh’ın huzûruna çıkaracağım!” dedi ve onu tutup Allâh Resûlü’nün huzûruna getirdi:

“–Yâ Rasûlallâh! Bu Yahûdî ne söylüyor dinle!” diyerek Ebû Şahm’ın söylediklerini haber verdi. Resûlullâh sustu, hiçbir şey söylemedi. Yalnız dudaklarının kımıldadığı görüldü. Fakat ne söylediği işitilemedi. Yahûdî:

“–Ey Ebu’l-Kâsım! Bu bana haksızlık etti, borcunu ödemedi.” dedi. Allâh Resûlü Abdullâh’a:

“–Ver şunun hakkını!” buyurdu. Abdullâh, fakir olduğunu, Hayber ganîmetiyle borcunu ödeyeceğini bildirdiyse de, Varlık Nûru Efendimiz aynı ifâdelerini iki defâ daha tekrarladı. Bunun üzerine Abdullâh kalkıp çarşıya gitti. Sırtındaki ridâsını çıkardı, sarığına büründü ve yahûdîye:

“–Şu elbisemi benden satın al!” dedi. Yahûdî onu dört dirheme satın aldı. Abdullâh, kalan borcunu da bulup ödedi. (Ahmed, III, 423; Vâkıdî, II, 634-635) Allâh REsûlü ordusuyla hareket ettiğinde, her harpte olduğu gibi Cenâb-ı Hakk’a şu duâ ile ilticâ ediyordu:

“Ey yedi kat göklerin ve altındakilerin, yedi kat yerlerin ve içindekilerin, şeytanların ve sapıttıklarının, rüzgârların ve savurduklarının Rabbi olan Allâh’ım! Biz Sen’den bu beldenin, ahâlîsinin ve içinde bulunan şeylerin hayrını istiyoruz! Bu beldenin, ahâlîsinin ve içinde bulunan şeylerin şerrinden de Sana sığınıyoruz!”[3] (İbn-i Hişâm, III, 379; Vâkıdî, II, 642)

Yolda giderken Müslümanlar yüksek sesle; “Allâhu ekber! Allâhu ekber! Lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber!” diyerek hep birden tekbîr getirmeye başladılar. Bunun üzerine Allâh Resûlü şöyle buyurdu:

“Nefislerinize karşı merhametli olun! Zîrâ sizler, sağır birisine hitâb etmiyorsunuz, muhâtabınız gâip de değildir. Siz, gören, işiten, (nerede olursanız olun) sizinle olan bir Zât’a, Allâh’a hitâb ediyorsunuz. Duâ ettiğiniz Zât, her birinize, bineğinin boynundan daha yakındır.” (Buhârî, Deavât 50, 67; Müslim, Zikr, 44)

Peygamber Efendimiz, Hayber’e gece vakti geldi ve orada bekledi. Çünkü Varlık Nûru Efendimiz, gece vakti düşmana baskın yapmaz, sabahı beklerdi. Sabah olunca yahûdîler kazma, kürek ve zembilleriyle dışarı çıktılar. Resûlullâh’ı görünce:

“–Muhammed, vallâhi Muhammed ve ordusu!” diye bağrışarak kalelerine girdiler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“Allâhu ekber, Allâhu ekber! Harâb olup gitti Hayber! Biz, düşman bir kavmin yurduna baskın yapıp girdik mi, uyarılmış olan o kâfirlerin hâli yaman olur!” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 38; İbn-i Hişâm, III, 380)

Resûlullâh, karargâhını Gatafân ile Hayber ara­sında bulunan Recî’de kurdu. Böylece iki müttefiğin birbirlerine yardım için birleşmelerini engellemiş oldu. Nitekim Hayber Yahûdîlerinin yardım istemesi üzerine harekete geçen Gatafânlılar, önlerinin kesilmiş olduğunu görünce korkarak geri döndüler. Böylece harbe tek başlarına girmek zorunda kalan Hayber Yahûdîleri de kalelerine kapanarak savaşmak zorunda kaldılar. Kuşatma esnâsında bir fitneci, Yahûdîleri savaşa kışkırtmak için yalan-yanlış şeyler söylemişti. Resûlullâh:

“–Yahûdîlere bir şeytan gelmiş de; «Muhammed ancak mallarınızı ele geçirmek için sizinle çarpışıyor!» demiş. Onlara; «Lâ ilâhe illâllâh deyiniz, bununla mallarınızı ve kanlarınızı koruyunuz. Âhiretteki hesâbınız ise Allâh’a âittir!» diye sesleniniz.” buyurdu. Yahûdîlere bu şekilde seslenildi. Onlar ise:

“Mûsâ’nın aramızdaki kitâbı Tevrât’a yemin olsun ki, biz ne istediğiniz şeyi yaparız ne de dînimizi bırakırız!” diye karşılık verdiler. (Vâkıdî, II, 653)

Kuşatma günlerce sürdü. Müslümanların erzakları tükenmek üzere idi. Muhârebe şartları iyice güçleşmişti. Müslümanlardan şehît olanlar, yaralananlar oluyor, pek çok sıkıntılara mâruz kalıyorlardı. Ancak Allâh Resûlü her fırsatta insanları İslâm’a ve Allâh’a dâvet etmekten geri durmuyordu. Resûlullâh İslâm’a dâvet husûsunda kimseyi küçük ve hakir görmezdi. Nitekim Hayber Fethi esnâsında bunun bir misâli yaşanmış, Allâh Resûlü, bir yahûdînin koyunlarını güden köleye bile İslâm’ı uzun uzun anlatmış ve kölenin hidâyetine vesîle olmuştu.[4] Hâdise şöyle cereyân etti:

Yahûdî ileri gelenlerinden birinin koyunlarına çobanlık yaparak geçimini sağlayan Yesâr, bir sabah kale dışında koyunları güderken, Peygamber Efendimiz’le karşılaşmıştı. Bir müddet sohbet ettikten sonra Yesâr İslâm’ı kabûl etti. Allâh Resûlü onun ismini Eslem yaptı. Daha sonra çoban, elindeki koyunları ne yapması gerektiğini Peygamber Efendimiz’e sordu. Allâh Resûlü de:

“–Onları geri çevir ve kovala! Şüphen olmasın ki, hepsi de sâhiplerine döneceklerdir.” buyurdu. Eslem bir avuç çakıl alarak koyunlara doğru attı ve:

“–Sâhibinize dönün! Vallâhi bundan sonra ebediyyen sizinle berâber olmayacağım.” dedi. Koyunlar topluca gittiler, sanki onları sevk eden birisi varmış gibi kaleye girdiler. Çoban da Müslümanlarla birlikte savaşmak için kaleye doğru ilerledi.[5]

Müslüman olur olmaz hemen cihâda iştirâk eden Eslem, bir müddet sonra şehîd oldu ve Resûlullâh’a getirildi. Allâh Resûlü, bir kısım ashâbıyla birlikte ona doğru yönelmişti ki, birden yüzünü başka tarafa çevirdi. Sebebini sorduklarında:

“−Şu anda Hûri’l-İyn’den iki zevcesi yanında bulunmakta!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 398; İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 38-39) Müslümanların bir hayli zorlandığı, hücumlarının geri püskürtüldüğü, yorgun ve bitkin düştükleri bir esnâda Allâh Resûlü, şöyle bu­yurdu:

“–Yarın sancağımı öyle bir kimseye vereceğim ki, onun elleriyle Allâh, Hayber’in fethini ihsân buyuracak. O kimse, Allâh’ı ve Rasûlü’nü sever, Allâh ve Resûlü de onu se­ver!”

Gazveye iştirâk edenler, sancağın aralarından kime verileceğini düşünüp konuşarak geceyi geçirdiler. Sabah olunca, Allâh ve Resûlü’nün muhabbetine nâil olabilmek ümîdiyle sancağın kendisine verilmesini arzu eden bütün sahâbîler Resûl-i Ekrem’in huzûruna koştular. Hazret-i Ömer:

“Emirliği o günkü kadar hiçbir zaman arzu etmedim. Beni çağırır ümîdiyle Resûlullâh’a kendimi göstermeye çalıştım durdum.” demiştir.

Resûlullâh sancağı vermek üzere Hazret-i Ali’yi çağırdı. Hazret-i Ali’nin gözleri ağrıdığından, onu koluna girerek getirdiler. Rahatsızlığı sebebiyle ayağının bastığı yeri dahî göremeyecek bir hâldeydi. Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ali’nin bu durumunu görünce, onun ağrıyan gözlerine okuyarak mübârek nefesleriyle üfledi. Allâh’ın Arslanı Hazret-i Ali, bi-iznillâh, şifâ buldu. Bundan sonra Resûlullâh, ona zırh giydirip sancağı vererek şöyle buyurdu:

“–Yâ Ali! Haydi ilerle! Allâh fethi müyesser kılıncaya kadar sağa-sola bakınma!” Hazret-i Ali derhâl hareket etti, sonra durdu ve arkasına dönmeden seslendi:

“–Ey Allâh’ın Resûlü! Onlarla ne (yapmaları) için savaşayım?” Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

“–Onlarla, Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın Resûlü olduğuna şehâdet getirinceye kadar savaş. Bunu yaptıkları an -dînin yasaklarını çiğnemedikçe- kanlarını ve mallarını senden korumuş olurlar. Asıl hesapları(nı görmek ise) Allâh’a âittir. Acele etmeden, gâyet sâkin bir şekilde onların yanına var. Önce onları İslâm’a dâvet et! Şâyet bu dâvetinle bir kişi Müslüman olsa, bu, sana kızıl develer verilmesinden daha hayırlıdır!..” (Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 32-34; Heysemî, VI, 151)

O gün Yahûdîlerin en namlı savaşçıları öldürüldü. Hayber fethedildi. Hayber’in sekiz kalesi vardı. Bunlardan iki tanesi hiç çarpışmadan kalelerini teslîm ettiler. Böylece mûci­zât-ı Peygamberî tahakkuk etti. Bu harpte Yahûdîler doksan üç ölü, mü’minler de on beş şehît verdiler.[6] Ebû Hüreyre anlatıyor:

“Resûlullâh ile birlikte Hayber Gazvesi’nde hazır bulunduk. Müslüman olduğunu söyleyen bir adam için, Allâh Resûlü:

«–O, ateş ehlindendir!» buyurdular. Savaş başlayınca o kimse kahramanca savaştı ve yaralandı. Ashâbdan bâzısı:

«–Ey Allâh’ın Resûlü! Az önce ateş ehlinden olduğunu bildirdiğiniz kimse, çok şiddetli bir şekilde savaştı ve öldü!» dediler. Resûlullâh yine:

«–O cehenneme gitmiştir!» buyurdu. Bu cevap üzerine Müslümanlardan bâzıları neredeyse şüpheye düşecekti. Askerler bu hâlde iken, Efendimiz’e:

«–O asker henüz ölmemiş, fakat çok ağır şekilde yaralanmış!» dediler. Gece olunca, adam yaranın acısına dayanamadı. Kılıcının keskin tarafını alıp üzerine yüklendi ve intihâr etti. Durum Allâh Resûlü’ne haber verildi. Bunun üzerine:

«–Allâhu ekber! Şehâdet ederim ki, ben Allâh’ın kulu ve Resûlü’yüm!» buyurdu. Sonra da Bilâl’e, insanların içinde şunu îlân etmesini emretti:

«Cennete sâdece Müslüman olan kimseler girecek. Şurası muhakkak ki Allâh, bu dîni fâcir bir kimse ile de güçlendirir.»” (Buhârî, Cihâd 182, Meğâzî 38, Kader 5; Müslim, Îman 178)

Hayber zaferinden sonra Yahûdîler, kendi arâzîlerinde yarıcı (ortak) olarak kalmak istediler. Bunun için Allâh Rasûlü, bütün yahûdîleri sürgün etmedi. İstediği anda çıkarmak şartıyla, bu münbit toprakları işleyip yıllık kazançlarının yarısını vermek üzere Yahûdîleri yarıcı olarak kabûl etti. Bu Yahûdîler, Hazret-i Ömer’in hilâfeti dönemine kadar bu hâl üzere yerlerinde kaldılar.[7]

Abdullâh bin Revâha, her yıl oraya gider, çıkan mahsûlün miktârını tahmin eder ve yarısının karşılığını onlardan alırdı. Yahûdîler, Abdullâh’ın tahminde gösterdiği titizlik sebebiyle rahatsız oldular. Hattâ bir ara lehlerine müsâmahalı davranması için rüşvet vermek istediler. Abdullâh bin Revâha onlara:

“–Vallâhi siz bana (menfî davranışlarınız sebebiyle) Allâh’ın mahlûkâtının en sevimsiz olanısınız. Buna rağmen, benim size olan buğzum, size karşı âdil olmama mânî değildir. Sizin bana teklif ettiğiniz rüşvettir. Rüşvet ise haramdır, biz onu yemeyiz!” dedi. Yahûdîler, Abdullâh’ı takdîr edip:

“–İşte bu adalet ve doğrulukla semâvat ve arz nizam içinde ayakta durur.” dediler. (Muvatta, Müsâkât, 2)

KUL HAKKI HUSÛSUNDA TİTİZLİK

Hayber’de elde edilen ganîmet, orada bulunsun veya bulunmasın, Hudeybiye seferine katılanlar arasında taksîm edildi. Çünkü, Allâh Teâlâ Hayber ganîmetini, Hudeybiye seferine katılan Müslümanlara Fetih Sûresi’nin yirminci âyetiyle va’detmişti.[8]

Hazret-i Ömer şöyle anlatır:

“Hayber Gazvesi günü idi. Nebî’nin ashâbından bir grup geldi ve:

«–Falanca şehît, falanca da şehît!» dediler. Sonra bir adamın yanından geçerken:

«–Falanca kimse de şehît olmuş!» dediler. Efendimiz:

«Hayır! Ben onu, ganîmet mallarından haksız yere aldığı bir hırka içinde cehennemde gördüm.» buyurdu.” (Müslim, Îman, 182)

En yüce makamlardan biri olan şehîtlik, kişinin birçok günâhına keffâret olduğu hâlde, âmmenin malına hıyâneti ve kul hakkını ortadan kaldıramamaktadır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, şehît olduğu haber verilen bu sahâbînin, ganîmet malları henüz paylaşılmadan onlardan aldığı bir hırkadan dolayı, cehennemde yandığını bildirmiş, âmme malına ihânetin ve kul hakkının affedilmeyeceğini ümmetine öğretmiştir.

Peygamber Efendimiz’in hizmetini gören Mid’am isminde zenci bir köle vardı. Onu Rifâa bin Zeyd hediye etmişti. Efendimiz’in yükünü indirdiği sırada, nereden geldiği belli olmayan bir ok isâbet edip ölümüne sebep oldu. Müslümanlar:

“–Ey Mid’am! Cennet sana mübârek olsun! Ya Resûlallâh, hizmetçine şehîtlik mübârek olsun!” diyerek gıpta ve tahassürlerini ifâde ettiklerinde Allâh Resûlü:

“–Hayır! Öyle değildir. Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, Hayber günü ganîmet malları paylaşılmadan önce aldığı bir kilim, şu anda onun üzerinde alev alev yanmaktadır!” buyurdu. Bunu işiten Müslümanlar çok korktular. Bir adam Resûl-i Ekrem Efendimiz’e bir veya iki ayakkabı bağı getirdi:

“–Yâ Resûlallâh! Ben de ganîmet malları bölüşülmeden ayakkabılarım için bu bağları almıştım.” dedi. Peygamber Efendimiz:

Sana da cehennem ateşinden bir veya iki bağ (yâni bunlardan dolayı azap) var.” buyurdu. (Buhârî, Eymân, 33; Müslim, Îman, 183)

Hayber’in fethedildiği gün, bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek:

“–Ey Allâh’ın Resûlü, bugün ben öyle bir kâr ettim ki, böylesini şu vâdi ahâlisinden hiç kimse kazanamamıştır.” dedi. Efendimiz:

“ –Bak hele! Neler kazandın?” diye sordu. Adam:

“–Ben, alıp satmaya ara vermeden devâm ettim. Öyle ki, üç yüz ukıyye kâr elde ettim.” dedi. Resûlullâh:

“ –Sana kârların en hayırlısını haber vereyim mi?” diye sordu. Adam:

“–Nedir, ey Allâh’ın Resûlü?” dedi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şu cevâbı verdi:

“–(Farz) namazdan sonra kılacağın iki rekât nâfile namazdır.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 168/2785)

Muhâcirler, Hayber ganîmetinden hisselerine düşen mal ve hurmalıkları aldıklarında, mâlî durumları oldukça düzeldi. Bunun üzerine Resûlullâh, Ensâr’ın onlara önceden bağışladığı veya faydalanmak üzere emânet ettiği hurma bahçelerini ve ağaçlarını Ensâr’a iâde etti.[9]

DEVSLİLER’İN MEDÎNE’YE GELİŞİ

Bu esnâda Devs kabîlesinden bir grup Medîne’ye geldi. Bunların başında bulunan Tufeyl bin Amr, İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’ye gelmiş, Varlık Nûru Efendimiz ile görüşerek Müslüman olmuştu. Sonra da Hazret-i Peygamber’den müsâade alarak kabîlesine gitmiş ve onları İslâm’a dâvet etmişti. Onun dâvetine ilk icâbet eden kimse Ebû Hüreyre Hazretleri oldu.[10] Daha sonra Müslümanların sayısı artarak yetmiş veya seksen hâneye ulaştı. Bunlar Hayber fethi esnâsında hicret ederek Medîne’ye geldiler. Oradan Hayber’e giderek Resûlullâh’a kavuştular ve cihâda iştirâk ettiler. Yolculuk esnâsında Ebû Hüreyre çok sıkılıyor, bir an evvel Âlemlerin Efendisi’ne kavuşmak için sabırsızlanıyordu. Bir yandan da:

“Ey yolculuk gecesi! Bıktım senin uzunluğundan ve sıkıntından!

Fakat, kurtaran da sensin beni küfür ve inkâr yurdundan!” meâlindeki beyti okuyordu. (Buhârî, Meğâzî, 75; Vâkıdî, II, 636)

Ebû Hüreyre, Devslilerle birlikte Hayber’e vardığı zaman, Peygamber Efendimiz Natat Kalesi’ni fethetmiş, Ketibe Kalesi’ni de kuşatmış bulunuyordu.[11] Allâh Resûlü, Ebû Hüreyre’yi görünce:

“–Sen kimlerdensin?” diye sordu. Ebû Hüreyre:

“–Devs’tenim!” dedi. Peygamber Efendimiz:

“–Ben, Devs’ten kiminle karşılaştıysam onda hayır gördüm!” buyurdu. (Tirmizî, Menâkıb, 46/3838)

Allâh Resûlü, Devsliler’e Hayber ganîmetinden hisse verdi.[12]

HABEŞİSTAN MUHÂCİRLERİNİN DÖNÜŞÜ

Hayber Fethi’nin tamamlandığı sırada Habeşistan’ın on altı kişilik hicret kâfilesi Hazret-i Câfer’in başkanlığında Medîne’ye döndü. Kâfiledekiler, Resûlullâh’ın Hayber’e gittiğini öğrenince, yollarına devâm edip Allâh Resûlü’ne kavuştular. Allâh Resûlü, Hazret-i Câfer’e önce:

“–Yaratılış ve ahlâk itibâriyle bana ne kadar benziyorsun!” buyurdular. Sonra Hazret-i Câfer’in alnından öperek:

“–Hayber’in fethi ile mi, Câfer’in gelişiyle mi sevineyim, bilemiyorum!” buyurdu­lar. (İbn-i Hişâm, III, 414)

Hazret-i Câfer, bu iltifât-ı nebevî karşısında heyecanlanarak vecde geldi. Sevincinden, mâsum bir çocuk gibi tek ayak üstünde Varlık Nûru Efendimiz’in çevresinde dönmeye başladı ve kendinden geçti.[13]

Allâh Resûlü, Hazret-i Câfer’i bu hâlden me­netmediler. Bu vecd hâli, bâzı tarîkatlerde takrîrî sünnet olarak kabul görmüş ve vecd hâline bir gerekçe addedilmiştir.[14]

Şâir, Hazret-i Peygamber ’in muhabbeti ile dolu bu vecd hâlini ne güzel terennüm eder:

Eyleyen uşşâkı şeydâ dâimâ,

Tal’atindir yâ Resûlallâh Sen’in!..

“Yâ Rasûlallâh! Âşıkları (mestedip) deli dîvâne eyleyen, (elbette) Sen’in (Hakk’ın aynası olan ve üzerinde sonsuzluk nûrunun lemeân ettiği mübârek) yüzünün eşsiz güzelliğidir...”

EŞARİLERİN HAYBER’E GELİŞİ

Habeşistan muhâcirleriyle birlikte Yemen kabîlelerinden olan Eş’arîler de Hayber’e gelmişlerdi. Bunlardan biri olan Ebû Mûsâ el-Eş’arî der ki:

“Biz Eş’arîler Yemen’de iken, Allâh Resûlü’nün zuhûr ettiğini haber almıştık. Bunun üzerine kavmimizden 52 veya 53 kişi ile birlikte, Resûlullâh’ın yanına hicret etmek üzere yola çıktık. Yolda hava şartları bozulduğundan, gemimiz bizi Habeş Necâşîsi’nin ülkesine bıraktı. Orada, Hazret-i Câfer ve yanındaki arkadaşlarıyla buluştuk. Hazret-i Câfer:

«–Resûlullâh bizi buraya gönderdi ve bir müddet burada kalmayı bize emretti. Siz de bizimle birlikte kalın!» dedi. Nihâyet oradan gemiye binerek yola çıktık. Hep birlikte Medîne’ye geldik. Hayber’i fethettiği sırada Allâh Resûlü’ne kavuştuk. Peygamber Efendimiz bize de Hayber ganîmetinden pay verdi.” (Buhârî, Meğâzî, 38; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 169)

YAHÛDÎLERİN PEYGAMBERİMİZ’İ ZEHİRLEMEK İSTEMELERİ

Bu arada Yahûdîler, Müslümanlardan gördükleri insânî muâmeleye rağmen hâinlik­lerinden vazgeçmediler. Gizlice bir plân yaparak Hazret-i Peygamber’i öldürmeye karar verdiler. Bu bedbahtlar, henüz önceki cürümlerinin netîceleri ortada iken, kendilerini diğer Yahûdî kabîleleri gibi sürgün etmeyip affeden yüce Peygamber’e böyle bir ihânete tevessül etmekle, bir kere daha ahitlerini bozmuş oldular.

Bu sinsi ihâneti gerçekleştirmek için Yahûdîlerin reislerinden Hâris’in kızı Zeyneb, Resûlullâh’ı ashâbıyla birlikte yemeğe dâvet etti. Bir koyun kızartarak her tarafını zehirledi. Efendimiz’in hayvanın kürek kısmını daha çok sevdiğini öğrenerek orayı daha fazla zehirledi. Allâh Resûlü, ilk lokmayı mü­bârek ağızlarına alır almaz, onu çıkararak ashâba:

“–Bu et, bana zehirli olduğunu haber veriyor; sakın yemeyiniz!” buyurdular. Ancak ashâbdan Bişr bin Berâ, Rasûlulâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yemeğe başlaması üzerine etten bir parça almış, Hazret-i Peygamber’in îkâzı sâdır olmadan evvel çiğneyip yutmuş bulunuyordu. Onun dışındakiler yemeğe el sürmemişlerdi. Çok geçmeden ihâneti yapan kadın yakalanıp Allâh Resûlü’nün huzûruna getirildi. Peygamber Efendimiz ona:

“–Bu koyunu sen mi zehirledin?” diye sordu. Hazret-i Zeyneb:

“–Zehirlediğimi Sana kim haber verdi?” dedi. Resûlullâh:

“–Şu önümde bulunan kürek kemiği haber verdi.” buyurdu. Hazret-i Zeyneb:

“–Evet, ben zehirledim!” diyerek suçunu îtirâf etti. Allâh Resûlü bunu niçin yaptığını sorunca da:

“–Sen benim babamı, amcamı ve kocamı öldürdün! Kavmime yapmadığın kalmadı! Kendi kendime; «Eğer o gerçekten peygamberse, yaptığım şey, kendisine muhakkak Allâh tarafından bildirilir ve zehir kendisine zarar vermez; eğer o yalancı biri veya bir hükümdarsa, bu zehirden ölür, böylece kendisinden kurtulmuş oluruz!» diye düşündüm!” dedi. Peygamber Efendimiz:

“–Allâh, bunu yapacak gücü sana vermemiştir!” buyurdu.

Kadın bir yandan cürmünü îtirâf ederken, diğer yandan da şâhid olduğu mûcizenin tesiriyle îmân ederek pişmanlığını dile getirdi. Af taleb etti. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz, kendisine yapılan bu suikasti affetti. Fakat bir müddet sonra Bişr’in, zehrin tesiriyle ölmesi üzerine vârisleri kısas istedi. Böylece Hâris’in kızına aynı zehir içirilerek kısas yapıldı.

Peygamber Efendimiz de, zehrin tesirinden kurtulmak için, iki omzunun arasından kan aldırdı. (Buhârî, Cizye, 7; Müslim, Selâm, 45; İbn-i Hişâm, III, 390; Vâkıdî, II, 678-679; Heysemî, VI, 153)

Allâh Resûlü üç sene sonra, vefâtı esnâsında hastalığının bu zehirden olduğunu ifâde etmiştir. (Hâkim, III, 242/4966)

MUTA NİKAHI NE ZAMAN YASAKLANDI?

Hayber’in fethi esnâsında, daha önce hakkında herhangi bir nehiy sâdır olmamış bulu­nan ve “muta nikâhı” diye bilinen geçici evlilikler yasaklandı. Hazret-i Ali şöyle buyurmuştur:

“Resûlullâh Hayber Gazvesi’nde kadınlarla mut’ayı ve ehlî eşek etlerinin yenmesini haram kıldı.” (Buhârî, Meğâzî 38, Nikâh 31, Zebâih 28, Hiyel 3; Müslim, Nikâh 29-32; Muvatta, Nikâh 41; Nesâî, Nikâh 71)

Mut’a, bir kadınla ücret karşılığında belli bir vakit için nikâhlanmaktır. Câhiliye devrinden kalan bir nikâh şeklidir. Mut’a nikâhı, önceden belirlenen müddetin dolması ile sona erer. Verâset, nafaka, iddet gibi normal nikâhla hâsıl olan haklar mut’ada yoktur. Bunun için Hayber’in fethinden itibâren pek çok hadîs-i şerîflerle haram kılınmıştır. Bu husustaki bir rivâyet de şöyledir:

“...Şimdi Allâh, onu kıyâmet gününe kadar haram kılmıştır. Kimin yanında mut’a nikâhlı bir kadın varsa, artık ona yol versin! Onlara ücret olarak verdikle­rinizden de herhangi bir şeyi geri almayın!” (Müslim, Nikâh, 21; İbn-i Mâce, Nikâh, 44; Darimî, Nikâh, 16; Ahmed, III, 406)

Hazret-i Peygamber, Tebük Seferi’nde iken Seniyyetü’l-Vedâ mevkiinde mola vermişlerdi. Orada ağlayan kadınlar gördüler ve onların niçin ağladıklarını sordular. Cevâben:

“–Bunlar üzerlerine mut’a yapılan kadınlardır!” dediler. Bunun üzerine Allâh Resûlü:

“–Mut’ayı İslâm’ın nikâh, talâk, iddet ve mîras ile ilgili hükümleri haram kılmıştır!” buyurdular. (İbn-i Belbân, VI, 178; Dârakutnî, III, 259)

Bu bakımdan, mut’a yoluyla nikâhlanan kadın, ne zevcedir ne de câriyedir. Mut’a, ehl-i sünnet âlimlerinin ittifâkıyla “zinâ” olarak kabûl edilmiştir. Hazret-iİbn-i Abbâs anlatıyor:

“İslâm’ın evvelinde mut’a vardı. Kişi, tanımadığı bir beldeye gelince, yerli bir kadınla, orada kalacağını tahmin ettiği müddet miktârınca nikâh yapardı. Kadın böylece onun eşyâsını muhâfaza eder, gerekli işlerini görürdü. Bu hâl:

«Onlar nâmuslarını korurlar. Ancak hanımlarına ve câriyelerine karşı müstesnâ, bunlarla olan yakınlıklarından dolayı kınanmazlar.» (el-Mü’minûn, 5-6) âyeti nâzil oluncaya kadar devâm etti. (Bu âyet gelince mut’a haram ilân edildi.) Bu ikisi (hanım ve câriye) hâricindeki bütün münâsebetler haramdır.” (Tirmizî, Nikâh, 29/1122)

Mut’anın toplumdaki fecî netîceleri şunlardır:

  • Çocukların ziyân edilmesi. Bu çocuklar, babasız yetiştikleri için zinâ mahsûlü gibi terbiyeden mahrum yetişirler. Kız çocuklarında bu fâcia daha da vahim bir hâl alır.
  • Babanın münâsebet kurduğu kadının, mut’a veya normal nikâhla bilmeden ba­banın oğluyla âile kurma ihtimâli vardır. Hattâ bir babanın, kızıyla, kızının kızıyla, oğlu­nun kızıyla, kızkardeşinin kızıyla, yâni kendisine nikâhın ebediyyen harâm olduğu kimse­lerle bilmeden berâber olma ihtimâli vardır. Bu hâl, mahzurların en büyüklerinden biridir. Târihte bunun birçok acı misâlleri yaşanmıştır.
  • Birçok defâlar mut’a yapan kimsenin mîrâsının taksîm edilememesi. Çünkü bu kişinin vârislerinin ne sayısı, ne isimleri ne de yerleri bilinemez.

Mut’a nikâhının getireceği bu mahzurlar, gerçekten çok vahimdir. Nesli hebâ etmek­ten başka bir şey değildir. Mut’a yapılan kadının ise rûhî dünyâsında büyük bir çöküntü husûle gelir. Çünkü kirâlanmak, en haysiyet kırıcı bir hâdisedir. Bu bakımdan mut’a bir nâmus fitnesidir. Bir kimse, kızının veya anasının mut’a yapmasını bütün tiksindiriciliğine rağmen isteyebilir mi? İşte bu bile mut’anın fecâetini göstermeye kâfîdir.[15]

HAYBER’DEN DÖNERKEN

Hayber Fethi’nden sonra Allâh Resûlü, Medîne’ye iki günlük mesâfede bulunan Fedek arâzîsine bir mümessil gönderdiler. Orayı harpsiz bir şekilde İslâm topraklarına kattılar.

Son olarak, Hayber’den dönüş yolu üzerinde bulunan ve küçük bir Yahûdî yerleşim merkezi olan Vâdi’l-Kurâ da, bir günlük bir kuşatma netîcesinde fethedildi. Onlar da Hayberliler gibi topraklarında yarıcı olarak bırakıldılar. Teymâ Yahûdîleri ise, kendileri gelerek cizye ve haraç vermek üzere, Allâh Resûlü ile antlaşma yaptılar. Böylece, yurtlarında kalarak toprakları kendilerinin oldu. Bu Yahûdî kabîleleri, daha önce Hayber Yahûdîleri ile anlaşarak Medîne üzerine yürümek için karar almışlardı.[16]

Hayber ve çevresinin fethiyle, Müslümanlar için Mekke Fethi’nin önü açılmış oldu. Zîrâ Benî Kaynukâ, Benî Nadîr, Benî Kurayza ve nihâyet Hayber Yahûdîlerinin mağlûbiyeti, insanların gözünü korkutmuş, Allâh Resûlü’nün muvaffak olacağı husûsunda artık kimsenin şüphesi kalmamıştı. Çünkü bunların hepsi de Hicaz Yahûdîlerinin en zengin ve en güçlüleri olup cesâret ve yiğitlikleri dillere destandı. Geçilmez, aşılmaz kalelere ve verimli hurmalıklara sâhiptiler. Bütün Araplar onlara sığınsa bile onları koruyacak güçte idiler. Fakat, Resûlullâh tarafından kuşatılıp O’na teslîm oldukları zaman, bu yiğitlik ve kahramanlıklarının nasıl tükenip gittiğini, nasıl ağır şartlar yüklendiklerini herkes görmüştü. Bu sebeple Müslümanların lehine bir hava esiyordu.[17]

PEYGAMBER EFENDİMİZ HZ. SAFİYE İLE NASIL EVLENDİ?

Ayrıca Hayber Fethi sırasında, Peygamber Efendimiz, kocası savaşta ölerek dul kalan Safiyye annemizle evlendiler.[18] Safiyye, Peygamber Efendimiz’in Hayber’e gelişinden birkaç gün önce Yahûdî ileri gelenlerinden biriyle evlenmişti. Zifaf gecesinde rüyâsında bir ayın Medîne tarafından gelip kucağına düştüğünü görmüş, bunu kocasına anlatınca, kocası öfkelenmiş:

“–Sen ancak Hicaz hükümdârı Muhammed’e varmak istiyorsun!” diyerek yüzüne bir tokat vurup gözünü morartmıştı. Kocası ölüp Hazret-i Safiye, Allâh Resûlü ile evlendiğinde, gözünde o tokatın izi hâlâ duruyordu. Varlık Nûru Efendimiz:

“−Nedir bu?” diye sorunca Hazret-i Safiyye hâdiseyi anlattı. Resûlullâh, ona İslâm’ı anlatıp:

“–Biz seni kendi dîninde bulunuyorsun diye zorlayacak değiliz! Eğer sen Allâh’ı ve Rasûlü’nü tercih edersen, seni zevceliğe kabûl edeceğim. Eğer yahûdîliği tercih edecek olursan, seni âzâd ederim, kavmine gidersin.” buyurdu. Safiyye vâlidemiz İslâm’ı tercih etti ve “ümmehât-ı mü’minîn” (mü’minlerin anneleri) arasına dâhil oldu. (Vâkıdî, II, 674, 707; İbn-i Sa’d, VIII, 123; Ahmed, III, 138)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in Yahûdîlerin ileri gelenlerinden Huyey’in kızı Safiyye ile evlenmesi, Hayber Yahûdîleriyle yakınlığa, aradaki husûmeti azaltmaya ve dostâne münâsebetler geliştirmeye vesîle olmuştur. Safiyye vâlidemiz, dikkat çekecek ve şikâyetlere sebep olacak derecede Yahûdîlere yakınlık göstermiş, âdetâ onların hâne-i saâdetteki temsilcisi olmuştur. Bir gün Hazret-i Safiyye’nin câriyesi, hilâfeti zamânında Hazret-i Ömer’e:

“−Ey mü’minlerin emîri! Safiyye cumartesi gününü seviyor ve Yahûdîlerle alâkasını devâm ettiriyor.” diye şikâyette bulunmuştu. Bunun üzerine Hazret-i Ömer bir adam göndererek durumu tahkîk etti. Muhtereme vâlidemiz:

“−Cumartesi gününü soruyorsun. Allâh onun yerine bana Cumâ’yı ihsân ettiğinden beri o günü sevmiyorum. Yahûdîler hakkındaki soruna gelince, onlar arasında benim akrabâlarım var, sıla-ı rahim yapıyorum.” cevâbını verdi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 347) Safiyye vâlidemiz, daha sonra câriyesine dönerek bu iftirâyı niçin attığını sordu. O da:

“−Şeytana uydum.” diyerek suçunu îtirâf etti. Safiyye vâlidemizin cevâbı ise, onun İslâm ahlâkını ne kadar güzel bir sûrette benimsediğini gösterecek şâhânelikteydi. Zîrâ kendisine haksız bir ithamda bulunan bu kölesine:

“−Git, seni âzâd ettim!” dedi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 347)

UMRETÜ’L KAZA OLAYI

Bir yıl önce ihrâma girildiği hâlde Mekke’li müşriklerin izin vermemesi sebebiyle yapılamayan umrenin yerine edâ edildiğinden, bu umreye “umretü’l-kazâ” denilmiştir.

Hudeybiye’de yapılan antlaşma çerçevesinde bir yıl sonra yapılacak umrenin zamânı gelmişti. Hicrî yedinci yılın Zilkâde ayı girince, Resûlullâh, Hudeybiye Seferi’ne katılanların tamâmının umreye hazırlanmalarını emretti. Halka da hazırlık yapmalarını bildirdi. Civardan gelip de o sırada Medîne’de bulunan Araplar:

“–Vallâhi yâ Resûlallâh, bizim ne azığımız ne de bizi doyuracak bir kimsemiz var!” dediler. Varlık Nûru Efendimiz, Medînelilere, ihtiyâcı olanlara Allâh için sadaka vermelerini ve onlara bakmalarını emretti. Onlardan yardım ellerini çektikleri takdirde helâk olacaklarını bildirdi. Medîneliler de:

“–Yâ Resûlallâh! Biz sadaka olarak neyi verelim, hiçbir şey bulamıyoruz ki?” dediler. Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–Neyiniz varsa! Velev ki yarım hurma bile olsa…” buyurdu. (Vâkıdî, II, 731-732) Peygamber Efendimiz, iki bin ashâbı ile umre için Medîne’den hareket etti. Resûlullâh, miğfer, zırh ve mızrak gibi askerî malzemelerle yüz kadar da at aldı. Ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Resûlallâh! Kureyş, yolcu silâhından başka silâh almamamızı şart koşmuştu!” dediler. Âlemlerin Efendisi:

“–Biz Harem’e o silâhlarla girecek değiliz. Fakat onlar, yapılabilecek bir saldırıya karşı, yakınımızda olacak!” buyurdu ve iki yüz kişi ile birlikte silâhları, Mekke’ye üç mil yakınlıktaki Batn-ı Ye’cec’e gönderdi. (Vâkıdî, II, 733-734)

Yolculuk esnâsında Ebvâ’ya uğramışlardı. Resûlullâh Cenâb-ı Hak’tan izin isteyerek annesinin kabrini ziyâret etti. Ziyâret esnâsında kabrini eliyle düzeltti ve teessüründen ağladı. O’nun ağladığını gören Müslümanlar da gözyaşlarını tutamadılar. Daha sonra niçin böyle yaptığını soranlara Sevgili Peygamberimiz:

“–Annemin bana olan şefkat ve merhametini hatırladım da onun için ağladım.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 116-117)

Hudeybiye Antlaşması mûcibince müşrikler, Mekke’yi boşaltarak üç gün için bütün şehri mü’­minlere bıraktılar. Kendileri de dağlara çekilip Müslümanlar ne yapacaklar diye merakla seyre koyuldular. Yedi yıl gibi uzun bir süreden sonra Kâbe’yi gören mü’min gönüller, heyecanla hep bir ağızdan:

لَبَّيْكَ، اَللّهُمَّ لَبَّيْكَ، لَبَّيْكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ لَبَّيْكَ. اِنَّ الْحَمْدَ وَالنِّعْمَةَ لَكَ وَالْمُلْكَ، لاَ شَرِيكَ لَكَ

diyerek telbiye getirmeye başladılar.

Hazret-i İbn-i Abbâs’ın bildirdiğine göre Hazret-i Peygamber Mekke’ye geldiğinde kendisini Muttaliboğulları’ndan küçük çocuklar karşıladı. Resûlullâh onlardan birini (bineğinin) önüne bir diğerini de arkasına bindirdi.[19]

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medîne hummâsının kendilerini zayıf düşürdüğü yolunda dedikodu eden müşriklere durumun böyle olmadığını göstermeleri için, Müslümanlara, hızlı ve gösterişli yürümelerini emretti.[20]

“Bugün kendisini Kureyşlilere güçlü-kuvvetli gösteren kişiye Allâh rahmet et­sin!..” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 424-425)

O günün şartlarında Medîne’den Mekke’ye kadar dört yüz küsur kilometre mesâfe katederek Kâbe’yi ziyârete gelen Müslümanlar, yorgun olmalarına rağmen Allâh Resûlü’nün îkâzıyla umrelerini gâyet vakarlı ve heybetli bir şekilde îfâ ettiler. Hattâ tavâfın ilk üç şavtında ve sa’y yaparken de bugünkü iki yeşil direk arasında çalımlı bir şekilde koştular. Diğer taraftan müşrikler, tepelerden Müslümanları gözetliyorlardı. Şâyet onlarda herhangi bir yorgunluk ve gevşeklik emâresi görselerdi, farklı şeyler düşünebilirlerdi. Ancak onlar, gördükleri canlılık ve hareketlilik karşısında hayret ve dehşete düşmekten kendilerini ala­madılar:

“−Bunlar mı hummânın zayıflattığını söylediğiniz kimseler! Onlar bizden daha zinde ve daha canlılar!” dediler. (Müslim, Hac, 240) Ayrıca o gün, Bilâl-i Habeşî’nin Kâbe’nin damına çıkıp okuduğu ezân-ı Muhammedî’nin muhrik nağmeleri, mü’min yürekleri coştururken, müşrikleri şaşkınlık içinde bıraktı. Peygamber Efendimiz, ashâbıyla birlikte tavâf ederken Abdullâh bin Revâha, tavafta şiir okumaya başladı. Hazret-i Ömer ona:

“−Sen Resûlullâh’ın huzûrunda ve Allâh’ın Harem’inde bu şiiri söyleyip duracak mısın?” dedi. Allâh Resûlü Hazret-i Ömer’e:

“–Ona mânî olma! Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, onun sözleri Kureyş müşriklerine, ok yağdırmaktan daha tesirlidir. Ey İbn-i Revâha, devâm et!” buyurduktan sonra, Abdullâh’a:

“−Allâh’tan başka hiçbir ilâh ve mâbud yoktur. Bir olan O’dur. Vaadini gerçekleştiren O’dur. Bu kuluna yardım eden O’dur. Askerlerini güçlendiren O’dur. Toplanmış olan kabîleleri bozguna uğratan da yalnız O’dur, de!” buyurdu. Abdullâh bin Revâha bunu söylemeye başlayınca, Müslümanlar da onun dediklerini tekrar etmeye başladılar. (Vâkıdî, II, 736; İbn-i Sa’d, II, 122-123)

Üç gün sonra Medîne-i Münevvere’ye dönüldüğünde herkesin sîmâsında ayrı bir letâfet vardı. İlk Kâbe ziyâreti gerçekleşmiş, Allâh Resûlü’nün bir yıl önce görüp müjdesini verdiği rüyâ tahakkuk etmişti. Bu hakîkati Allâh Teâlâ, gerçekleşen Hayber Fethi’ne işâretle birlikte, yakında nasîb buyuracağı Mekke Fethi’ni de müjde sadedinde Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirmiştir:

“And olsun ki Allâh, elçisinin rüyâsını doğru çıkardı. Allâh dilerse, siz emniyet içinde başlarınızı tıraş etmiş ve saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Harâm’a gireceksiniz. Allâh sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verildi. Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberi’ni hidâyet ve hak dîn ile gönde­ren O’dur. Şâhid olarak Allâh yeter!” (el-Fetih, 27-28)

Allâh Resûlü’nün ashâbıyla yaptığı kazâ umresi, Mekkeliler üzerinde büyük bir tesir bıraktı. Çok geçmeden Kureyş’in ileri gelenlerinden müstakbel Sûriye fâtihi Hâlid bin Velîd, Osmân bin Talha, müstakbel Mısır fâtihi Amr bin Âs gibi zâtlar îmân edenler kervanına dâhil oldular. Resûlullâh Mekke’den çıkarken, Hazret-i Hamza’nın kızı Ümâme peşine takıldı ve:

“–Amcacığım, amcacığım!” diye seslendi. Hazret-i Ali onu alıp elinden tuttu ve Fâtıma’ya:

“–Amcanın kızını yanına al!” dedi. Medîne’ye gelince Ümâme’ye bakma husûsunda Hazret-i Ali, Zeyd ve Câfer ihtilâfa düştüler. Hazret-i Ali:

“–O benim amcamın kızıdır!” diyordu. Hazret-i Câfer:

“–O hem amcamın kızı, hem de ben onun teyzesi ile evliyim!” diyordu. Hazret-i Zeyd de:

“–O benim kardeşimin kızıdır!” diyordu. (Resûl-i Ekrem Efendimiz onu Hazret-i Hamza ile kardeş yapmıştı.) Resûlullâh, Ümâme’nin, teyzesinin yanında kalmasına hükmetti ve:

“–Teyze anne makâmındadır!” buyurdu. Ardından Hazret-i Ali’ye yönelerek:

“–Sen bendensin, ben de sendenim!” Hazret-i Câfer’e dönerek:

“–Yaratılışın ve huyun bana ne kadar da benziyor.” Hazret-i Zeyd’e dönerek de:

“–Sen bizim hem kardeşimiz, hem de mevlâmız (âzatlımız)sın!” buyurarak her birine ayrı ayrı iltifat etti. (Buhârî, Meğâzî 43, Umre 3; Müslim, Cihâd, 90) Hazret-i Ali şöyle demektedir:

“Resûlullâh Zeyd’e iltifât ettiğinde Zeyd o kadar sevindi ki, kalkıp tek ayak üstünde Peygamber Efendimiz’in etrâfında dönmeye başladı. Câfer’e iltifat ettiğinde o da Zeyd’in arkasından aynı şekilde yürüdü. Bana iltifat ettiğinde ben de Câfer’in ardı sıra sevincimden tek ayak üstünde sekmeye başladım.” (Ahmed, I, 108; Vâkıdî, II, 739)

Dipnotlar:

[1] Hayber, Medîneʼnin 180 km kuzeyindedir. [2] Bkz. Vâkıdî, II, 530-531, 566, 640; İbn-i Sa’d, II, 92. [3] Resûlullâh herhangi bir yerleşim birimine gireceği zaman orayı gördüğünde dâimâ bu duâyı okurlardı. (Hâkim, I, 614/1634) [4] İbn-i Hişâm, III, 398. [5] İbn-i Hişâm, III, 397-398; İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 38-39. [6] Seyyid Seyfullâh, bu hâdiseye telmîhen şöyle der: Nân içün medheyleme nâdânı nâdânlık budur; Hayber-i nefsin helâk et şâh-ı merdanlık budur!.. “Bir lokma ekmek için kötü ve câhil kimseleri medhetme; zîrâ asıl câhillik budur. Hayber kalesi gibi güçlü olan nefsini yen ki, Hazret-i Ali gibi kahraman olasın.” [7] Müslim, Müsâkât, 5; Ebû Dâvûd, Harâc, 23-24/3007. [8] Vâkıdî, II, 684. [9] İbn-i Kayyım, III, 359. [10] İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 226. [11] İbn-i Sa’d, IV, 328. [12] İbn-i Sa’d, I, 353. [13] Ahmed, I, 108; İbn-i Sa’d, IV, 35. [14] Mevlevîlik’teki zikirde vecd hâline geldikten sonra başlayan semâ da bu hâdiseden mülhemdir. [15] Mut’a meselesiyle ilgili daha teferruatlı bilgi için bkz. İbrâhim Cânan, Nâmus Fitnesi Mut’a, İstanbul, 1993. [16] Bkz. İbn-i Hişâm, III, 391; Vâkıdî, II, 707, 711. [17] Bkz. Vâkıdî, II, 729-731; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 234. [18] İbn-i Sa’d, VIII, 121-126. [19] Buhârî, Umre, 13; Libâs, 99. [20] Buhârî, Hac, 55; Müslim, Hac, 240; Ahmed, I, 305-306.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları