Zirvelere Yürüyen Sultan Orhan Gâzi

Babasının ihlâs ve irâdesini, ağabeyinin rızâsını ve evliyâullâhın duâsını alarak zirvelere yürüyen sultan Orhan Gâzi'nin (1281-1360) manevi portresi.

Osmanlı sultanlarının ikincisidir. Babası Osman Gâzi, annesi ise Osmanlı Devleti’nin mânevî mîmârı Şeyh Edebali’nin kızı Mal Hatun’dur.

Orhan Gâzi, genç yaşından itibâren Bizans tekfurlarına karşı yapılan gazâlara iştirâk ederek yetişti. Esir alınan Yarhisar tekfurunun müslüman olan kızı Nilüfer Hatun ile evlendi.

Orhan Gâzi’nin ve devlet ricâlinin şahsiyeti de, babası Osman Gâzi gibi Şeyh Edebali Hazretleri’nin mânevî terbiyesi ile şekillenmişti.

Dinle

OSMANLI DEVLETİ'NİN TEMEL HARCI 

Orhan Gâzi, 1326’da Bursa’yı fethetti. Bu sırada ölüm döşeğinde bulunan babası Osman Gâzi, buna çok sevindi ve bir fermanla oğlunu yanına çağırttı. Orhan Gâzi de, babasının emrini alır almaz yanına koştu. Bir yanda hâfızlar, içli ve dokunaklı seslerle Kur’ân-ı Kerîm okumakta, bir yanda Ahî Şemseddîn, Ahî Hasan, Turgut Alp, Saltuk Alp ve diğer kumandanlar Osman Gâzi’nin yanına diz çökmüş gözyaşları dökmekteydiler.

Orhan Gâzi’nin geldiğini fark eden Osman Gâzi, eliyle işâret ederek onu yanına oturttu. Sonra etrafındakilere onu yerine tâyin ettiğini bildirdi. Evlâtlarına ve kumandanlarına, Orhan Gâzi’ye itaat edip, ona bey’at etmelerini emretti. Ardından Orhan Gâzi’ye, Osmanlı Devleti’nin temel harcı mâhiyetindeki şu va­si­yet ile son îkazlarını yaptı:

OSMANLI DEVLETİ'NİN ANAYASASI

“Oğul! Biricik va­si­yetim şudur ki, Allah buyruğundan başka bir iş işleme! Bilmediğini ehlinden sorup öğren! İyice öğrenmediğin bir şeyi yapmaya kalkışma! Askerlerine in’âm ve ihsânını eksik eyleme! Bil ki insan, ihsânın kuludur.

Oğul! Dîn işlerini her şeyden öne al! Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, dîn ve devletin güçlenmesine sebep olur! Bunun için ulemâya hürmette ve onların hakkına riâyette kusur etme ki, şerîat işleri düzgün yürüsün!

Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet et; ikbâl ve yumuşaklık göster! Ancak dînî gayreti olmayanları, sefih hayat yaşayanları ve tecrübe edilmeyen kimseleri, sakın devlet işine yaklaştırma! Zira Yaratan’ından korkmayan, yaratılanlara merhamet etmez!

Zulüm ve bid’atlerden son derece uzak dur ki, seni yıkılışa sürüklemesin!..

Bil ki bizim mesleğimiz, Allah yoludur ve maksadımız da O’nun dînini yaymaktır.

Bizim dâvâmız, kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değil, “i‘lâ-yı kelimetullâh”tır, yani Allâh’ın dînini yüceltmektir! Cihâdı terk etmeyerek rûhumu şâd et!..

Oğul! Benim hânedânımdan her kim doğru yoldan ve adâletten ayrılırsa, mahşer günü Peygamberimiz -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem-’in şefâatinden mahrûm kalsın!..

Oğul! Allah -celle celâlühû- rızâsı için devlet hizmetlerinde ömrünü tüketen sâdık adamlarına dâimâ vefâkâr ol! Onları gözet! Vefatlarından sonra da onların âilelerini koru!..

Devlete mânen güç veren fazîlet sahibi sâlih âlimlere hürmet, ikram ve ihsanda bulun. Diğer bir ülkede olgun bir âlimin, bir ârifin, bir velînin bulunduğunu duyarsan, onu nezâket ve tâzimle memleketine dâvet et! Dîn ve devlet işleri, onların bereket ve himmetleri ile istikâmetlensin!

Sakın orduna ve zenginliğine mağrûr olma! Benim şu hâlimden ibret al ki, şu anda güçsüz bir karınca gibiyim. Hiç lâyık olmadan, Allah -celle celâlühû-’nun birçok lûtuflarına mazhar oldum!..

Sen de benim yolumdan yürü!. Allâh’ın ve kullarının hakkını gözet! Beytülmâldeki gelirin ile kanâat et! Devletin zarûrî ihtiyaçlarının dışında sarfiyatta bulunma! Senden sonra gelecek nesil, seni kendilerine örnek alsın! Zulme meydan verme! Dâimâ adâlet ve insaf üzere ol! Her türlü işinde Allâh’a sığın, O’ndan yardım iste ve O’na ilticâ et!..”

Bu sözlerle de bizzat Osman Gâzi tarafından beyliğin başına getirildiği tekrar te’yîd edilen Orhan Gâzi, babasının vefatından sonra riyâset yükünün ağır mes’ûliyetinin idrâki ile büyük bir asâlet ve nezâket göstererek onu ağabeyi Alâaddîn’e teklîf etti:

“–Babamın bıraktığı tahta buyur sen otur!..” dedi.

Ta­rihte eşine çok ender rastlanan bu tahta dâvet teklîfi üzerine ağabeyi Alâaddîn de, kendisinin almış olduğu yüksek mânevî terbiye îcâbı gerçeği takdîr ederek:

“–Hayır! Cennet-mekân babamız bu va­zi­feyi sana tevdî buyurdu. Onun duâ ve himmetleri senin üzerindedir. O, kendi zamanında seni nasıl askerin başına serdar yaptıysa, şimdi dahî aynı va­zi­fe senindir; beylik sana yaraşır...” dedi.

OSMANLI FÜTÛHATI

Yukarıda zikredilen Osman Gâzi’nin oğluna va­si­yeti, 620 senelik cihanşümûl bir devletin âdeta anayasası olmuştur.

Orhan Gâzi, babasının bu yüce na­si­hatlerini bir hayat düstûru olarak dâimâ cân u gönülden tatbik etmiştir. Bunun bir bereketi olarak da, kendisine, babasının bıraktığı vatan topraklarını altı kat genişletmek, yani 16.000 km2’den otuz üç yıllık pâdişahlık müddeti sonunda 95.000 km2’ye ulaştırmak nasîb olmuştur.

Diğer taraftan Orhan Gâzi, bir Osmanlı sul­tâ­nı ile Bizans imparatorunun karşı karşıya geldiği ilk harbi yapmış ve imparatoru açık bir şekilde mağlûb etmiştir. Adına Palekanon savaşı denilen bu harpten sonra Bizans, elinden çıkardığı yerler husûsunda herhangi bir direnç gösteremez bir hâle düşerek iyice zayıflamış ve Osmanlı fütûhâtının da önü batıya doğru açılmıştır.

ORHAN GÂZİ'NİN ŞAHSİYETİ

Orhan Gâzi, babasının ihlâs ve irâdesini, ağabeyinin rızâsını ve ehlullâhın duâsını almıştı. Böylece o, kendisinden sonra asırlarca Osmanlı sultanları için müstesnâ bir örnek şahsiyet olmuştur. Yani kısaca «Orhan Gâzi şahsiyeti» diyebileceğimiz bir model insan, onun şahsında inşâ edilmiştir. Onun, Bursa’da Orhaniye külliyesinin bir bölümü olarak yaptırmış olduğu câminin kandillerini her sabah kendisinin yakması ve imâretinde fakir-fukarâya bizzat hizmet ederek yemek dağıtması, bu model şahsiyetinin numûne-i imtisâl bir tezâhürüdür. Onun bu amel-i sâlih adımlarıyla, Osmanlı’da kurulacak olan binlerce vakfın zemini teşkîl edilmiştir.

O, son derece dindardı. İlâhî emirlere bağlılığı, kendisine en büyük vecîbe edinmişti. Ehl-i irfânı, hâfızları çok severdi. Gâzi, sanat erbâbı ve fakirlere karşı cömert; mücâhidlere hürmetkârdı. Onlara ev yaptırır, geçimlerini temin ederdi. Âlimlere değer verirdi. İnce fikirli, ileri görüşlü, âdil, şecâatli ve muhârip bir pâdişahtı. Nâdir hükümdarlarda bulunan yüksek sıfatlara sahipti. İslâm seyyâhı İbn-i Batuta:

“Zamanındaki Türkmen meliklerinin en ulusudur. Yüze yakın kalesi vardır.” demektedir.

OSMANLI'DA TASAVVUFİ İZLER

İlk Osmanlı medresesi, Osman Gâzi zamanında İznik’te açılmıştı. Mü­derris­liğe de, zamanın zâhirî ve bâtınî âlimi Dâvûd-i Kayserî tâyin edilmişti. Bu zât, Muhyiddîn-i Arabî’nin “Fusûsu’l-Hikem”ini şerh et­miştir. Bu eser, tasavvufî telâkkînin Osmanlı toprağı üzerinde yayılmasına bir zemin oluşturmuştur.

Babasının hizmetlerini daha ileriye götüren Orhan Gâzi, halkının mânevî olgunluğunu sağlamak üzere ülkesinin her tarafında tekkeler ve zâviyeler yaptırmıştır. O zamanın dervişlerinden Geyikli Baba ve Derviş Murad meşhurdur. Husûsiyle Geyikli Baba’nın diktiği o meşhur çınar, Osmanlı’nın azamet ve kudretine sembol olmuştur. Hâdise şöyledir:

Geyikli Baba, Uludağ’a yerleşmişti. Onun şöhretini duyan Orhan Gâzi, haber gönderip kendisini çağırttı. Ancak dağda geyiklerle dolaşan bu Allah dostu, yapılan dâveti kabul etmedi. Ayrıca:

“–Sakın Orhan da bana gelmesin!” diye haber gönderdi.

Orhan Gâzi, merak edip hayretle sebebini sordurunca, şu cevabı aldı:

“–Dervişler basîret ehlidir. Ehl-i kalptir. Yerli yerince hareket et­meleri zarûrîdir. Aksi hâl­de istikâmetten inhirâf ederlerse, duâları makbûl olmaz. Sizlerse, ümmetin emânetçilerisiniz. Bu durumda sizler, serhad askeri, bizler de duâ askeriyiz. Zaferler, duâ askerleri ile serhad askerlerinin müşterek gayretleri neticesinde elde edilir. Bu muvaffakıyete ulaşma istikâmetinde serhad askerleri, nasıl harp ilmi ve cesaretle techîz ediliyorlarsa; duâ askerlerinin de, dün­ya meyil ve muhabbetinden uzak tutulmaları zarûrîdir. Dolayısıyla korkarım ki, benim sizin yanınıza gelişimle vâkî olması muhtemel olan atıyye ve ikramlar, dervişlerimizin kalplerine dün­ya muhabbeti sokar ve ukbâ muhabbetini azaltır. Böylece siz de biz de zarar görenlerden oluruz... Sultânım! Ancak bilesiniz ki, vakti gelince görüşmemiz mukadder olur inşâallâh.”

Bir müddet sonra Geyikli Baba, Bursa’ya geldi ve Orhan Gâzi’nin avlusuna bir çınar dikti. Durumu sultâna bildirdiler. Orhan Gâzi, der­hâl oraya geldi.

Geyikli Baba, ona:

“–Teberrüken diktik. Durdukça, dervişlerin duâsı sana ve nesline mak­bûl ola.” dedi.

Orhan Gâzi, daha evvel kendisine gönderdiği mâlûmâta rağmen Geyikli Baba’ya gönlünden bir atıyye olarak İnegöl ve çevresini vermeyi teklif etti. Ancak gözü ve gönlü tok olan Geyikli Baba:

“–Mülk Allâh’ındır. Ehline verir. Biz ehli değiliz.” diyerek kabûl etmedi.

Sultan, ısrar etti. Bunun üzerine Geyikli Baba, verileni kabûl etmemenin kibir olacağından korktu ve:

“–Şu karşıda duran tepecikten beriye olan yerler dervişlerin avlusu olsun!” dedi.

Ehlullâha hürmette kusûr etmeyip devletin temel harcını onlarla yoğuran Orhan Gâzi, Geyikli Baba’nın ikrâmını kabûlünden sonra büyük bir sevinç içerisinde onun ellerine kapandı; öptü, öptü, öptü... İşte o büyük cihan devletinin temelinde yatan ihtişam, kuvvet ve sır!..

Nice ordulara diz çöktüren bir sultânın, tebaasından bir velînin ellerine sarılıp sevinç ve huzur gözyaşları içerisinde doya doya öpmesi, küçük bir hâdise olmayıp, gerçekten büyük fetihlerin mânevî ve ulvî bir temel harcı olmuştur. Ta­rih şâhittir ki, Osmanlı sultanlarının Allah dostlarına olan tâzîmi, kendilerine ihsân edilen te’yîd-i ilâhînin başlıca sebeplerindendir.

İşte bunun idrâkinde olan Orhan Gâzi de, görüldüğü gibi Geyikli Baba’nın hayır duâsını almış ve onun vefâtından sonra da ona bir türbe ve mescid yaptırmıştır.

KÜFFARA KARŞI GÂZA

Silsile-i Nakşibendiyye’den Hâce Muhammed Baba Semâsî -kuddise sirruh-, Şeyh Edebali -kuddise sirruh- ve Hacı Bektâş-ı Velî -kuddise sirruh- da bu devrin büyüklerindendir. Bu zâtlar, Osman Gâzi ve Orhan Gâzi zamanlarını idrâk etmişlerdir.

Orhan Gâzi devresi, Osmanlı Devleti’ni istikbâle kudret ve azamet içerisinde taşıyacak ulvî mayanın hummâlı bir şekilde yoğrulduğu bir devredir. Bu devre, ileride yapılacak yeni ve büyük hamlelerin hazırlık safhasını teşkil eder ki, îmanla kudretin o kolay kolay tutturulamayan terkîbi, mânevî büyüklerin mübârek elleriyle mâhirâne ve kalıcı bir sû­ret­te gerçekleştirilmiştir. Bu itibarla beyliğe, gerçek bir devlet olma husûsiyetini kazandıran kişi, Orhan Gâzi’dir.

O da babası gibi, Anadolu içerisindeki hesaplaşmalardan ziyâde, küffâra karşı gazâ düstûrunu benimsemişti. Bu yolda gözlerini başta İstanbul olmak üzere tâ ötelere dikmişti. Bunun için kendisine “merz­bâ­nü’l-âfâk” (ufukların hudut muhâfızı) ünvânı verilmiştir. Bir yerde bir aydan fazla durmayıp i‘lâ-yı kelimetullâh yolunda sürekli cihâd üzere bir hayat yaşadığı rivâyet edilir. Bununla birlikte o:

“Mürüvvet, gazâdan efdaldir!” diyerek asıl fethini gönüllerde tecellî ettirmeyi tercih ediyordu.

Dolayısıyla onun dâhiyâne siyâset ve güçlü hamleleri neticesinde kılıçların sağladığı zâhirî fütûhât, gönül fetihleri ile ebedî­leş­ti­riliyordu. Fethedilen yerlere en evvel, ehl-i kalp, sâlih ve velî zâtlar iskân ediliyordu. Onların örnek yaşayışları, belde halkının hidâyetine ve­sîle oluyordu.

Bu mânevî fetih ordusu velîler, kendi gönüllerinin zenginliğini, yeni fethedilen ülkelerin taşına toprağına olduğu kadar, insanların kalplerine de nakşediyorlardı. Böylece toplumda tabandan tavana, avâmdan havâssa kadar bütün fertler, rızâ-yı ilâhîye nâil olmak için, hizmet müesseselerinin ilk temellerini atıyorlardı...

HRİSTİYAN ŞEHİRLERİ OSMANLI'NIN FETHİNİ BEKLİYOR

Yeni fethedilen topraklarda yaşayan yerli hris­ti­yanlar, Osmanlı halkının nezih yaşayışına, ahlâkına, bilhassa merhamet ve şefkat duygularına hayran kalıyor ve bu keyfiyet de, yerli halkın müslümanlaşmasını kolaylaştırıyordu. Orhan Gâzi’nin, İznik’in fethinden sonra halka gösterdiği güzel muâmele ahâlîyi mes’ûd etmiş, bu sebeple bir göç hâdisesi vuku bulmamış, herkes bahtiyar bir şekilde yaşamıştır.

Bu adâlet dolu huzur ve sükûnu duyan diğer hris­ti­yan şehirleri, Os­man­lı’nın kendi topraklarını da fethetmesini arzu ediyorlar, bunun için gizliden gizliye dâvet mektupları yazıyorlardı. Zira başlarındaki zâlim tekfurlar, halka ezâ ve cefâda o derece ileri gitmişlerdi ki, artık kimsenin buna dayanacak tâkat ve gücü kalmamıştı. Hattâ tekfurların kendi âile efrâdları bile onların zulümlerinden bıkıp usanmışlardı. Nitekim Aydos kalesi, bizzat tekfurun kızının yaptığı gizli bir plân sâ­ye­sinde Abdurrahman Gâzi tarafından fethedilmiştir.

Bunun içindir ki, babasının izinde yürüyerek böyle büyük bir oluşa vücut veren Orhan Gâzi, Osmanlı hükümdarlarının en büyüklerinden biri kabûl edilir. Onun, askerî, siyâsî ve idârî plânda yaptıkları, kendisini orta zamanların değil, yeni çağların devlet müessisleri arasına dâhil edebilecek çapta azametli ve büyüktür.

Onun her işi hesaplı, her hareketi muntazamdır. O, gâyesine tem­kin ve metânetle, adım adım gitmesini bilen bir gâzidir. O, açtığı gazâ ve fetih bayrağının câzibesi, mülkündeki adâlet, gönlündeki ihlâs ve samîmiyeti ile dîn-i mübîne hizmet bereketi neticesinde, Anadolu’daki siyâsî tevhîdin temel harcını, babası gibi mahâretle yoğurmaya devam etmiştir. Nitekim ehl-i küfrün, topraklarını fethetmesi husûsundaki dâvet ve teklifleri yanında, Selçuklu’dan kopan Anadolu beyliklerinin kuruluşla­rından beri İslâm’ın birlik ve beraberliği rûhuyla hareket eden birçok muazzez ve müstesnâ şahsiyetleri, toprakları ile birlikte Osmanlı’ya iltihakta bulunmuştur.

OSMANLI GÖNÜLLERİ NASIL FETHETİ?

Temelini Kur’ân-ı Kerîm’e dâsitânî bir hürmetten alan bu devlet, daha sonra mukaddes emânetlere de sahip olunca, onları da ta­rihte misli görülmemiş bir tâzimle muhâfaza etmiştir. Bu iki ihtiram bereketiyle bu devlet, “Devlet-i ebed-müddet” ünvânı ile, altı yüz küsûr sene şanla, şerefle hükümrân olmuştur. Bu azametli Cihan Devleti’nin temel gâyesi, “i‘lâ-yı kelimetullâh” ve “nizâm-ı âlem” idi. Osmanlı, dün­yayı Kur’ân’ın rûhu, huzuru ve sürûru ile şereflendirerek, ta­rihte emsalsiz bir sükûn ve adâlet devrine vücut vermiştir.

Osmanlı’da mürşid-i kâmillerin feyz ve rûhâniyeti ile gazâ ve cihâd aşkı, bütün dün­yaya karşı hidâyet sancağını dalgalandırıyordu. Tasavvufun mânevî terbiye merkezleri olan tekkeler inkişâf edip, halkı olgun­laştı­rı­yordu. Bu da ekseriyâ, devletin yanısıra şahısların eseri olan vakıflarla gerçekleşiyordu. Fertlerde diğergâmlık, hassâsiyet, rikkat-i kalbiyye ve incelik, bir tabiat-i asliye hâlinde idi. Nefs engelini aşanlar, irşad ve mânevî hizmetleri ile memleket için bereketli ilkbahar yağmurları hâlinde her tarafa feyz saçıyorlardı. Çünkü gönüller, toprak altında çürümez! Ceset çürür. Bu yüzden, o yüce gönüllerin eser ve ifâdesi olan müesseseler ebedîleşiyordu! Fethedilen yerlerde câmiler, medreseler ve imâretler, ardı ardına inşâ ediliyordu. Devlet ve adâlet işlerinde, şer’î esaslara riâyetle İslâm fıkhı uygulanıyordu.

DÜNYAYA AHİRET ÖLÇÜSÜYLE BAKMAK

İktisâdî refah da, çok yüksekti. Nişancı Mehmed Paşa şöyle der:

“Halktan yoksulluk, âcizlik ve zarûret tamamen kalkmıştı. Öyle ki zengin mü’minler, kendilerine vâcib olan zekât ve sadakayı infâk edecek kimseleri bulmakta güçlük çekiyorlardı.”

Diğer bir ifâde ile Osmanlı Devleti, Şeyh Edebali Hazretleri ve em­sâ­linin mânevî mîmarlığı ile vücûda gelen, kâ‘bı­na varılamaz derecede âbidevî bir cihan devleti olmuştu. Büyüklük hem maddede, hem de mâ­nâ­da gerçekleşmişti.

Kısa bir zamanda Osmanlı Devleti, o derece kudret ve ihtişam kazandı ki, Orhan Gâzi, Bizans İmparatorluğu’nun iç işlerine karışır ve dilediği kimseyi tahta geçirir, dilediğini de tahttan indirir oldu. Oğlu Süleyman[1] Paşa, Rumeli’ye geçti ve oralara îman meş’alesiyle sağlam bir yerleşme plânı uyguladı. Bunu Şeyh Mahmûd şu beyitle dile getirir:

Kerâmet gösterip halka suya seccâde salmışsın,

Yakasın Rumeli’nin dest-i takvâ ile almışsın...

Babası Osman Gâzi’den aldığı emâneti, titizlik ve hassâsiyet ile taşıyan Orhan Gâzi, oğlu Süleyman Paşa’nın bir kaza neticesinde vefatından sonra hastalandı. Veliahtlığa oğlu Murad Bey’i getirdi. Ona şu nasihatte bulundu:

“Oğul, saltanatının ihtişâmına mağrur olma! Unutma ki, dün­ya Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’a bile kalmamıştır. Onun da tahtı, âkıbet vîrân olmuştur. Zira her dün­ya saltanatı fânîdir! Lâkin yaşanan hayat, herkes için büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem-’in şefâatlerine mazhariyet için bu imkân iyi değerlendirilmelidir!..

Dün­yaya âhi­ret ölçüsü ile bakarsan, onun, ebedî olan âhi­ret saâ­detini fedâ etmeye değmediğini görürsün!..

Oğul! Rumeli hris­ti­yanları rahat durmayacaktır! Sen o tarafa yürü! Kostantiniyye’yi ya fethet ya da fethe hazırla! Diğer Türk beyleri ile iyi geçinmeye çalış! Halk bizi istese bile, beyler beyliklerinden vazgeçmek istemez! Bir zaman daha giderler. Sonra olmuş bir meyva gibi avucuna düşerler. Anadolu’da gâile çıkmaz ise, Rumeli’de işini rahat halledersin!. Bunun için Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et! Cennet-mekân babam Osman Gâzi, Söğüt ve Domaniç’ten ibaret bir avuç toprağı, kısa zamanda bu siyaset ile güçlü bir beylik yaptı. Biz ise Allâh’ın izni ile beyliği sultanlığa çevirdik. Sen daha öteye götüreceksin!

OSMANLI’YA İKİ KIT’A ÜZERİNDE HÜKMETMEK YETMEZ! ZİRA İ‘LÂ-YI KELİMETULLÂH AZMİ İKİ KIT’AYA SIĞMAYACAK KADAR BÜYÜK BİR DÂVÂDIR!.. Selçukluların vârisi biz olduğumuz gibi, ROMA’nın da vârisi biziz!..

GECİKEN ADALET ZULÜMDÜR

Oğul! Kur’ân-ı Kerîm’in hükmünden ayrılma! Adâletle hükmet! Gâzileri gözet! Fakirleri doyur! Dîne hizmet edenlere, bizzat hizmet etmeyi şeref bil! Zâlimleri cezâlandırmakta gecikme! En kötü adâlet, geç tecellî edendir! Sonunda, hüküm isâbetli dahî olsa, geciken adâlet de, bir nevî zulümdür!

Oğul! Biz yolun sonuna geldik. Sen ise başındasın. Cenâb-ı Hak saltanatını mübârek kılsın!..” 

Orhan Gâzi’nin na­si­hatini Solakzâde şöyle şiirleştirmiştir:

Bu fânî mülkte mağrûr olma zinhar

«Tarîk-i şer’»den dûr olma zinhar

Çün istiklâl buldun saltanatta

Adâlet eyle dâim memlekette

Nizâm-ı âleme oğlum medâr ol

Serîr-i saltanatta ber-karâr ol

“Sakın bu geçici mülkte mağrur olma! Aslâ şerîat yolundan ayrılma! Mâdem ki saltanat sahibi oldun, o hâlde memleketinde dâimâ adâletli ol! Âlemin nizâmını böyle temin et ki, saltanatta dâim olasın!”

Hâli, ahlâkı ve örnek şahsiyeti ile tarihin altın sayfalarına eşsiz bir sultan olarak geçen Orhan Gâzi, 1359 yılında vefât etti. Kabr-i şerîfi, Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’tedir.

Rahmetullâhi aleyh!..

İnsanlığın ekseriyetle kuvvete râm olup, nefis sultasında yaşamakta olduğu günümüzde, Orhan Gâzi gibi o diğergâm insanların îman, vecd ve heyecan dolu gönüllerinin seviyesine yeniden ulaşabilmek için tekrar o âbide insanlara sahip olmak gerektir. Bunun için de, onları duymak, anlamak ve onların gönül yapılarından hisse almak mecbûriyetindeyiz. Rûhumuzun derinliklerini mânevî ışıklarla aydınlatıp, hasretini çektiğimiz o eski metin ahlâkî yapıya kavuşmamız zarûrîdir...

Yâ Rabbi! O diğergâm insanların gönül iklimlerinden bizlere hisseler bahşedip yeniden âbide insanlar yetiştirmeyi ve gelecek yüz­yılları İslâm’ın o ulvî ve muhteşem adâletiyle doldurmayı nasîb eyle! Âmîn!..


[1] Şehzâde Süleyman, ta­rihimizde ilk defa olarak kendisine “Paşa” ünvânı ile hitâb edilmiş bir şahsiyettir. Kadîm Türkçe’de ağa, büyük kardeş demektir. Ağabey kelimesi de buradan türetilmiştir. Büyük kardeşler birkaç tane olunca, en büyüğüne baş ağa denilirdi. Paşa kelimesi de, bundan neş’et etmiştir. Rumeli fâtihi Şehzâde Süleyman’ın kabri Bolayır’dadır. Rahmetullâhi aleyh!

Kaynak: Osmanlı, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları, 2013

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.