Zenginlikte İnfak, Fakirlikte Sabır

Hakîkî zenginliğin ölçüsü, mal çokluğu ve cüzdan kabarıklığı değil; kanaat ve gönülden infaktır. Paranın yeri gönül değil, cüzdandır!

Zühd, fakirlik değil; zengin-fakir her mü’mine gereken bir kalbî tavırdır. İlâhî takdir neticesinde zâhiren fakr u zarûret içinde yaşayan bir kimse, kalben dünyevî arzular peşindeyse, o da, zühd ve istiğnâ ehli sayılmaz. Zira zühd ve istiğnâ, kaderin sevkiyle mecbûren aza kanaat değil; irâdî olarak, kendi isteğiyle kalbi dünyaya esir olmaktan muhafaza etmektir.

Rasûlullah -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz, zühd hâlini ne güzel târif buyurmuşlar:

Dünyada zâhidlik, ne helâli haram bilmek ne de malı mülkü terk etmekledir. Dünyada zâhidlik, ancak Allâh’ın mülkünde olana kendi elindekinden daha fazla îtimâd etmen (yani rızka değil, Razzâk’a güvenmen); başına bir musîbet geldiği ve yakanı bırakmadığı müddetçe, onun ecir ve mükâfâtından son derece ümitvâr olmandır.” (Tirmizî, Zühd, 29/2340)

Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:

“Dünya, Allah’tan gâfil olmaktır. Yoksa para, kumaş, kadın ve evlât sahibi olmak değildir. Seni oyalayıp Hak’tan gâfil kılan ne varsa, senin dünyan odur.”

 EL KÂRDA, GÖNÜL YÂR DA

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdad şehrinde, nur yüzlü genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini zannederek üzülür. İçinden:

Yazık! En güzel ibâdet edilecek bir çağda kendisini dünya meşgalesine kaptırmış!” der. Bir an murâkabeye varınca da, altın alıp satan bu gencin kalbinin dâimâ Allah ile beraber olduğunu hayretle müşâhede eder. Yani âzâlar dünyevî meşgûliyette, fakat kalp zikreder hâlde, Rabbiyle beraber…

Bu sefer:

Mâşâallâh! El kârda, gönül Yâr’da!..” buyurarak genci takdîr eder.

Zira bu hâl; “halvet der encümen”, yani halkın içinde Hak ile beraber olup yalnız O’nunla kalabilme ve kesrette vahdet / çokluk içinde teklik, yani kalbin her an Cenâb-ı Hak ile beraberliğini temin edebilmektir.

MÜHİM OLAN KALBİ GAFLETTEN KORUMAK

Muhammed Pârisâ Hazretleri Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce ihtiyarın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak:

Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” Der ve adamın hâline gıpta eder. Sonra onun da kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyâlık talebi içindir. Bunun üzerine rakik kalbi mahzûn olur.

Demek ki, dünyaya karşı zâhid olmak, fakirlikte ve zenginlikte dünyadan kalben müstağnî kalabilmektir. Mühim olan; dünyevî meşgaleleri, ahreti ihmâl etmeksizin sürdürebilmektir. Yani dünya ile meşgûl olurken kalbi gafletten korumaktır.

Mevlânâ Hazretleri, insanı varlık deryâsında yüzen bir gemiye teşbih ederek buyurur ki: “Şâyet deryâ, geminin altında bulunursa, ona istinadgâh olur. Fakat dalgalar geminin içine girmeye başlarsa onu helâke götürür.

Yani gönül Hakk’a râm olduğu zaman bütün dünya bir kulun tasarrufuna verilmiş olsa bile onun kulluk istikâmetini bozamaz. Fakat kalp, dünya muhabbetinden korunamadığı takdirde dünyanın zerresi bile kulun mâneviyâtını ifsâd edebilir.

 ZENGİNLİK VE FAKİRLİK BİR SABIR İMTİHANI

Fakirlikte de zenginlikte de sabrı bir mârifet hâline getirmek gerekir. Vasatın üstündeki zenginlik de, vasatın altındaki fakirlik de çok zordur. Lâkin sabredildiği takdirde mükâfâtı çok büyüktür. Böyle olabilenler, yani “ağniyâ-i şâkirîn / şükür ehli zenginler ve fukarâ-i sâbirîn / sabreden fakirler”, toplum içinde azınlıktadır.

Gâfil insanlarda ise çok zenginlik de çok fakirlik de aynı günahta birleşir. Çok fakirlik ve çok zenginliğin, iffetsizliğin kapılarını açma riski vardır. Diğer taraftan çok zenginlik, ihtirâsı kamçıladığı için, çok fakirlik de sabrı zorladığı için, sirkati, haksız kazancı mübah gösterebilir. Bunun içindir ki Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:

Yâ Rabbi, unutturan fakirlikle birlikte azdıran zenginlikten... Sana sığınırım.”( İbn-i Abdi’l-Berr, Câmiu Beyâni’l-İlmi ve Fadlih, c. I, sf. 727.) niyâzında bulunmuştur.

Hadîs-i şerîfte de buyrulduğu üzere Allâh’a isyan ettirecek derece fakirlik ve azdıran zenginlik, birbirine muâdil görülmüştür.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Para ile İmtihanı, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.