Yeryüzüne Varis Olacak Kullar Kimlerdir?

Allah'a (cc) layık bir kul, Resule (s.a.v) layık bir ümmet olma çabası içinde olmak en birincil vazifemizdir. Buna binaen Allah (cc) ayeti kerimede hangi kullarını yeryüzünde varis kılacağını söylüyor? Allah'a (cc) layık bir kul olma yolunda örnek temsil eden ve uğurda ömürlerini geçiren ahlak ve terbiye timsali örnekler...

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de insanlığa, geçmiş toplumların yaşadığı müsbet veya menfî çeşitli hâdiselerin hikmet ve ibretlerini nakletmektedir. Zulüm, haksızlık ve Allâh’a isyân eden milletlerin, kahr-ı ilâhîye dûçâr olarak tarihin çöplüğünde kayboluşlarını âyet-i kerîmelerde şöyle bildirir:

“Onları, sonradan gelen ümmetler için hem ibret hem de bir misâl kıldık.” (ez-Zuhruf, 56)

“Gök ve yer onların ardından ağlamadı; onlara mühlet de verilmedi.” (ed-Duhân, 29)

Buna mukâbil Cenâb-ı Hak, ilâhî istikâmetten ayrılmayıp dinde sebât eden, İslâm sancağını dünyanın dört bir köşesine taşıyıp gönülleri hidâyet nûruyla fetheden milletlerin de âbâd olduğunu beyan buyurarak:

“…Yeryüzüne sâlih kullarım vâris olacaktır!” (el-Enbiyâ, 105) vaadinin birçok tahakkuk sahnesini gözler önüne serer.

MİLLETİN İSTİKBÂLİ

Her devrin gençliği, aldığı terbiye istikâmetinde enerjisini harcayacak bir hayat tarzını tercih eder. Gençliğin hayat tarzı ise o milletin istikbâlini gösteren bir aynadır. Eğer bir millette gençler güçlerini hayra, mâneviyat ve fazîlet yolunda hizmet ve gayrete sarf ediyorsa, o millet istikbâl vaad ediyor demektir.

Bu hakîkatin en bâriz misâli, Çanakkale ve Millî Müdâfaa Harpleri’dir ki, mânevî güç karşısında maddî gücün nasıl hezimete uğradığına en bâriz bir misal teşkil etmiştir. Bütün dünya şâhittir ki, sîneleri îman dolu o şanlı neslin sahip olduğu mânevî güç, düşmanın kat kat fazla olan maddî gücünü perişan etmiştir.

Dolayısıyla zaferler, her ne kadar maddî üstünlüklerle kazanılır gibi görünse de aslında, sabır ve istikâmet üzere bulunan îmanlı gönüllere Cenâb-ı Hakk’ın bir ihsân-ı ilâhîsidir. Nitekim geçtiğimiz sene yaşadığımız 15 Temmuz hâdiseleri de bunun canlı bir misâlidir. Aziz milletimizin; şanlı tarihinde olduğu gibi, o gün de dînine, îmânına, vatanına, bayrağına ve istiklâline sahip çıkmış olması, Cenâb-ı Hakk’ın nusret ve inâyetiyle büyük bir bâdireden kurtuluşa vesîle olmuştur.

SABIR VE TAKVA EHLİ OLANLAR KAZANDI

Çanakkale’de yedi düvele karşı yiğitçe çarpışan şanlı askerimiz;

“Ey îmân edenler! (Savaş için) bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebât edin ve Allâh’ı çokça zikredin ki başarıya ulaşasınız.” (el-Enfâl, 45) âyet-i kerîmesinin canlı bir misâli olarak tarihe nakşolmuşlardır.

Zira Çanakkale’deki maddî gücümüz, düşmanın gücüne nisbetle çok az idi. Askerin, İstanbul’dan Çanakkale’ye gidinceye kadar ayağındaki postal dahî yok oluyordu. Hattâ zaman zaman düşmana atacak barutu dahî kalmıyordu. Lâkin Mehmetçik, silâh kifâyetsizliğini îman gücüyle telâfî ediyor, müşahhas bir can ve mal infâkı yaşandığı için de, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu ve yardımıyla zafer müyesser oluyordu.

Nitekim İngiliz Ordu Kumandanı Orgeneral Hamilton’un:

“Bizi Türkler’in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!..” şeklindeki îtirâfı da bu gerçeği ifade etmektedir.

Bu ilâhî yardımı hissedip dile getirenlerden biri de Churcill’dir. Churcill, muhârebe sonrası, mağlûbiyeti sebebiyle sorgulanırken, itâb edici ağır suâller karşısında iyice darlandığı bir sırada, mahkeme heyetine şöyle haykırmıştır:

“Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale’de Türkler’le değil, Allah ile harbettik!.. Tabiî ki yenildik!..”

TARİHE KAZINMIŞ BİR FAZİLET DESTANI

Çanakkale harbindeki îman ordusunun erleri, bu savaşta sadece kahramanlık ve cesaret destanı değil, aynı zamanda bir de fazîlet destanı yazmışlardır.

Nitekim Yermük Harbi’nde nasıl ki kırbadaki bir miktar su, sıcak kumların üzerinde müthiş bir susuzluk çektikleri esnâda dahî, her biri bir diğer kardeşini kendisine tercih ettiği için üç şehidin ortasında kalmışsa, aynen buna benzer bir îsâr hâli de Çanakkale’de yaşanmıştı.

Erlerden biri, çok ağır yaralandığı için tedâvi altındaydı. Lâkin durumu da hiç iç açıcı değildi. Kendisi de bunun farkındaydı. Bu sebeple de arkadaşlarının kendisine verdiği ekmeği eline aldığında bir müddet durakladı, sonra da büyük bir îman vecdiyle:

“–Can dostlarım! Bu ekmeği benim yemem doğru değildir. Çünkü benim ölümüm iyice yaklaşmış bulunmaktadır. Alın bunu yaşayacak olan yiğitlere verin!..” dedi ve elindeki ekmeği silâh arkadaşına uzattı. Nitekim bir müddet sonra da bu îman ve ferâgat âbidesi müstesnâ şahsiyet, kendisine nasîb olan mânevî gıdâların haz ve neşvesi içinde şehîden vuslat-ı Mevlâ ile şereflendi.

İşte Kur’ân ve Sünnet menbâından feyizlenmiş bir gönlün zirve infâkı…

ALLAH'A ADANIŞ NASIL OLMALIDIR?

Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok yerinde zikredilen infak, malın ve canın Allâh’a adanışıdır. Buna göre müslüman, hem varlığını hem de canını Allâh’a adayan insandır.

İkinci Akabe Bey’ati’nde Abdullah bin Revâha:

“–Yâ Rasûlâllah! Rabbin ve Sen’in için şartların nedir?” demişti.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:

“–Rabbim için şartım, O’na ibadet etmeniz, O’na hiçbir şeyi eş tutmamanızdır! Kendi hakkımdaki şartım da, canlarınızı ve mallarınızı nasıl müdâfaa ediyorsanız beni de öyle korumanızdır.”

Tekrar soruldu:

“–Böyle yaparsak bize ne vardır?”

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben:

“–Cennet vardır!” buyurdu.

Bunun üzerine orada bulunanlar da:

“–Ne kârlı bir alışveriş! Bundan ne döneriz, ne de dönülmesini isteriz!” dediler. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)

İşte bu konuşmaların ardından şu âyet-i kerîme inzâl buyuruldu:

“Allah, mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

Fâtih’in askerlerinin, üzerlerine dökülen kızgın yağlara aldırmadan “Bugün şehîd olma sırası bizde!” diyerek büyük bir îman vecdiyle tırmandıkları Bizans surları da, göğsü îman dolu Mehmetçiğin canı pahasına müdafaa ettiği Çanakkale de, bu Cennet alışverişinin yapıldığı bir can pazarı olmuştur.

Unutulmamalıdır ki, eğer bir harpte Allah için, vatan ve millet için hakikî şehidler veriliyorsa, bu kurbanların arkasından dâimâ büyük zaferler gelir. Fakat bunun zıddına, bir harpte sadece molozlar, yani içi boş yürekler ölüyorsa, onların ardında da yalnızca bir enkaz yığını kalır.

SEVGİ İSPAT İSTER

Bir şeyin ne kadar sevildiği, gerektiğinde onun için yapılabilen fedakârlık ve göze alınabilen risk ile ölçülür. Bu bakımdan Çanakkale’de yaşananlar, müstesnâ bir mukaddesât sevgisinin en canlı tezâhürleridir.

Malazgirt’te Alparslan, haçlılar karşısında Kılıçarslan, İngiliz haçlıları önünde Selâhaddîn-i Eyyûbî, Kosova’da Murad Hüdâvendigâr, Niğbolu’da Yıldırım Bayezid, İstanbul’da Fâtih, Çaldıran’da Yavuz Selim, Plevne’de Gâzi Osman Paşa ne ise, Çanakkale’de Mehmetçik o olmuştur.

TEK YÜREK OLMAK

Bugün milletimizin kardeşlik dokusunu yeniden muhâsebe etmeliyiz. Milletimiz, Malazgirtʼte ve Çanakkaleʼde olduğu gibi tek bir yürek hâlinde midir?..

Hak yolundaki gayretlerimiz, fedakârlıklarımız, ashâb-ı kirâm ile, muzaffer ecdâdımız ile mukâyese edildiğinde hangi seviyededir?

İbadet hayatımız, âile hayatımız, iş hayatımız; Cenâb-ı Hakkʼın sevdiği “ihlâs”, “takvâ”, “ihsân” ölçülerine göre ne durumdadır?

Dün Çanakkaleʼde; Allah, vatan, ittihad ve namus için can fedâ eden yiğitlerin torunlarında, aynı mefhumlar, aynı kıvamda mevcut mudur? Yoksa içleri boşaltılmış ve başka yabancı fikirlerle mi doldurulmuştur?

Dün esirine bile sahip olduğunun en iyisini ikram eden, yediğinden yediren, giydiğinden giydiren, fedakâr ve cefakâr neslin evlâtları, bugün emri altındakilerin alın terinin karşılığını vermekte hangi ölçü üzeredir?

Yeryüzünün dört bir köşesindeki milyonlarca mazlumun sessiz feryatlarını yüreklerinde ne kadar hissedebilmektedirler?..

HAK İLE MEŞGUL OLMASSAN BATIL SENİ İŞGAL EDER

Dînî mevzûlarda cehâlet, pek korkunç bir karanlıktır. Zira kişi bilmediğinin düşmanı olur. Dinden uzaklaşmak, mânevî ve ahlâkî duygulardan mahrûmiyete sebebiyet verir ve vicdan ufkunu daraltır. Kitap ve Sünnet’in hikmet ve hakîkatlerinden, hak ve bâtılı ayırt etmeyi temin eden îman firâsetinden mahrum eder. İnsana Rabbinin lûtfettiği cevherleri kaybettirip kişiyi âdeta et ve kemik doldurulmuş değersiz bir deri torbasına, yani bir nevî “canlı cenâze”ye döndürür.

Şâir Mehmed Âkif bu hakîkati ne güzel ifâde etmiştir:

Îmandır o cevher ki, ilâhî, ne büyüktür,

Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür…

Rabbimiz, vatan ve gönül coğrafyamızı dâhîli ve hâricî bütün şerlerden muhâfaza buyursun. Kalplerimizi takvâ ile ziynetlendirsin. Habîb’i hürmetine ilâhî yardımını üzerimizden eksik etmesin… Âmîn!..

Kaynak:

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.